Toplumsallaşma türleri: Teolojik sosyoloji ve filozof görüşleri
Din sosyolojinde toplumsallaşma türleri nelerdir?
Din sosyolojisinde Auguste Comte’nin yeri neden önemlidir?
Farabi, Spencer, Farabi, Gazali ve İbni-i Haldun’un toplum anlayışları nelerdir?
Din sosyolojisinde toplumsallaşma türlerini incelerken, öncelikle toplumsal yığın veya toplumsal kalabalık kavramına değinebiliriz. Bu kavram, ortak bir amaçları olmadan, birbirlerini tanımayan ve aralarında herhangi bir ilişki bulunmayan, rastlantı sonucu bir araya gelmiş bireylerin oluşturduğu bir topluluğu ifade eder. Örneğin, okuldan çıkan öğrenciler veya parkta dinlenen insanlar, toplumsal yığın kavramına örnek olarak verilebilir.
Toplumsal kalabalık türlerini incelerken, toplumsal yığın ve toplumsal kalabalık kavramlarının yanı sıra, bu kalabalıkların farklı türlerini de ele almalıyız.
Etkin Kalabalık: Ortak bir amaç veya hedefi olan, örneğin bir protesto veya gösteri için bir araya gelen insanların oluşturduğu kalabalıklardır.
İzleyici Kalabalık: Spor müsabakaları, konserler veya sinema gibi etkinlikleri izlemek için toplanan insanların oluşturduğu kalabalıklardır.
Gösteri Kalabalık: Bir fikir veya düşünceyi ifade etmek amacıyla toplu halde bir şeyler sergileyen (örneğin slogan atmak, pankart açmak) insanların oluşturduğu kalabalıklardır. Grevler ve mitingler bu tür kalabalığa örnek verilebilir.
İşlevsel Kalabalık: Ortak bir amaç veya görevi yerine getirmek için bir araya gelen insanların oluşturduğu kalabalıklardır. Okullar, iş yerleri ve toplu taşıma araçları içindeki insanlar işlevsel kalabalığa örnek olarak gösterilebilir.
Toplumsal Kategori ise, belirli ortak özelliklere sahip bireylerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan gruplardır. Cinsiyet, yaş, meslek, eğitim düzeyi gibi ortak özelliklere sahip insanlar, farklı toplumsal kategorilere örnek olarak verilebilir. Bu kategoriler, toplumsal yapı içindeki farklılıkları ve eşitsizlikleri anlamayı sağlar.
Toplumsal grup, en az iki kişiden oluşan, ortak bir amaca yönelik olarak bir araya gelmiş ve belirli bir düzen içinde etkileşimde bulunan bir topluluktur. Bu grupta üyeler arasında güçlü bir 'biz' bilinci ve dayanışma duygusu bulunur. Dernekler, vakıflar, sendikalar ve arkadaş grupları toplumsal gruba örnek olarak verilebilir.
Toplumsal değişim ise, bir toplumun zaman içindeki yapısal, kültürel ve sosyal dönüşümlerini ifade eder. Bu değişimler, bazen yavaş ve istikrarlı, bazen de ani ve köklü olabilir. Toplumsal değişim üzerine önemli çalışmaları olan Auguste Comte, 'üç hal teorisi' ile toplumların dini, metafizik ve pozitif olmak üzere üç aşamadan geçtiğini savunmuştur.
Din sosyolojisinde bir diğer önemli konu ise sosyal bütünleşme ve sosyal farklılaşmadır. Bütünleşmeye baktığımızda, örneğin "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın" ayetindeki gibi, hiçbir ayrım gözetmeksizin bir araya gelme vurgusu yapılmıştır. Ancak sosyal farklılaşma da önemlidir. Aynı ayette "Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat sizi farklı farklı kılmıştır" ifadesi ile bu durum vurgulanır. Bu ayet, insanların farklılıklarının doğal olduğunu ve bu farklılıkların bir zenginlik olduğunu gösterir.
Bir diğer önemli konu ise toplumsal olay ve toplumsal olgudur. Toplumsal olay, belirli bir zaman ve mekanda gerçekleşen, gözlemlenebilir ve ölçülebilir bir sosyal eylemdir. Örneğin, bir düğün, bir protesto veya bir trafik kazası toplumsal olaya örnek verilebilir. Toplumsal olgu ise, toplumsal hayatın genel bir yönünü ifade eden, daha soyut ve kalıcı bir kavramdır. Evlilik, aile, din, suç gibi kavramlar toplumsal olguya örnek olarak verilebilir. Evliliği bir olay olarak ele aldığımızda, belirli bir çiftin düğününü anlatırız. Ancak evliliği bir olgu olarak ele aldığımızda, toplumların genelinde evliliğin anlamı, işlevi ve sosyal etkileri üzerinde dururuz.
Din sosyolojisinde Auguste Comte'nin yeri önemlidir. Comte, pozitivist din kuramının kurucusudur. "Pozitivizmin İlmihali", "Pozitif Felsefe Dersleri" ve "Pozitif Politik Sistem" gibi eserleri bu alandaki düşüncelerini yansıtmaktadır. Comte, diğer tabii bilimler gibi sosyolojiyi de iki temel boyutta ele almıştır: sosyal statik ve sosyal dinamik. Sosyal statik, toplumsal yapının durağan yönlerini, yani toplumsal düzeni incelemeye yönelik bir kavramdır. Sosyal dinamik ise toplumsal değişim ve gelişmeyi, yani toplumun zaman içinde nasıl dönüştüğünü incelemeye yönelik bir kavramdır. Comte, "tabii din yoktur" ifadesini kullanarak dinin var olmadığını savunmuştur. Ona göre, deney ve gözlemle elde edilen bilgiler tek geçerli bilgi kaynağıdır. Comte, insanlığın düşünce yapısının evrimi hakkında üç hal yasası olarak adlandırdığı bir teori geliştirmiştir. Bu yasaya göre, insanlık tarihi boyunca üç temel düşünce dönemi yaşanmıştır:
Teolojik dönem: Bu dönemde insanlar, evrendeki olayların değişmez yasalarla değil, tanrı benzeri iradeler tarafından yönetildiğine inanırlardı. Yani tanrı iradesinin araştırılması bu dönemin temel amacıydı.
Metafizik dönem: Bu dönemde ise tanrı fikrinin yerini, tabiat kuvveti, cevher, erdem, özgürlük gibi soyut ve manevi güçler almıştır. İnsanlar, evrendeki olayları bu soyut güçlerle açıklamaya çalışırlardı.
Pozitif dönem: Bu dönemde ise açıklamalar, gözlemlenebilir olgular arasındaki ilişkiler üzerinden yapılmıştır. Yani bilimsel yöntemlerle elde edilen bilgiler, insanın evreni anlamasında temel araç haline gelmiştir.
Comte'ye göre, insan, ulaşamayacağı gerçekler yerine, gözlem ve deney yoluyla somut varlıkları incelemeye yönelmelidir. Bu durum, insanın pozitif dönemde, yani bilimsel bir yaklaşımla gerçek hakkında bilgi edinmeye çalıştığını gösterir.
Din sosyolojisinde bir diğer önemli kuramcı E.B. Tylor'dur. Evrimci din teorileri başlığı altında Tylor, Frazer ve Max Müller gibi isimler önemlidir. Edward Tylor, animizm teorisini ileri süren ünlü bir isimdir. Animizm teorisi, dinin ataların ruhlarına benzer bir inançla ortaya çıktığını ifade eder. Örneğin, animist inançlı Solomon Adaları yerlileri, ölmüş cesetlerinin köpek balığı şeklinde dünyaya döndüklerine inanırlar. Bundan dolayı da köpek balıklarına tanrısal bir güç atfederler. Yani burada ruhçuluk olarak da adlandırabileceğimiz animizm görülür. İnsanların ruhlarının tanrısallaştırılması ve kutsallaştırılması, animizmin temel özelliklerindendir. Tylor'a göre dinin kaynağı animizmdir ve din, insanların bilgi eksikliğinden dolayı ortaya çıkmıştır. Ancak Tylor'un din hakkındaki görüşü, metinde belirtildiği gibi tamamen olumlu değildir. Tylor, dini bilgi eksikliğinin bir ürünü olarak görse de, bu durum dinin işlevselliğini veya toplumsal önemini inkar ettiği anlamına gelmez.
Bir diğer önemli isim ise Frazer'dir. Onun teorisi, dönemin tipik bir evrimci sıralaması üzerine kuruludur. Yani Frazer'e göre, insanlar önce büyü anlayışı çerçevesinde tanrıların öfkesini dindirmek amacıyla kurban ve kefaret ödemeler yapmışlar, daha sonra ise bilim aracılığıyla dünya ile anlamlı ilişkiler kurmaya çalışmışlardır. Başka bir deyişle, Frazer, dinin kaynağının büyü olduğunu ve büyülerin zamanla sistematize olarak dinin inanç esaslarını oluşturduğunu ifade etmiştir.
Max Müller'e bakıldığında ise natüralizm kavramı karşımıza çıkar. Doğacı bir teori benimseyen Müller, dinin duygu kaynağının korkulan doğa güçlerine inanmak olduğunu iddia etmiştir. Yani natüralizm, aslında doğa çevresindeki ihtişamlı ve korkutucu görülen olayların içerisinde ruhlar bulunduğuna inanılması ve bu güçlerin tanrısallaştırılması anlamına gelir. Örneğin, insanlar gök gürültüsü, yıldırım, fırtına, ay tutulması, güneş tutulması gibi büyük doğa olayları karşısında hem hayret etmiş, hem saygı duymuş hem de korkmuşlardır. Bu duygular onları bu doğa olaylarını kontrol eden güçlere tapınmaya yöneltmiştir. Özetle, naturalistlere göre insanlığın ilk dini, ruhlarla donatıldığına inanılan tabiat güçlerine tapınma şeklinde ortaya çıkmıştır.
Diyalektik sosyolojinin kurucusu Karl Marx, alt yapı ve üst yapı arasındaki ilişkilere vurgu yapmıştır. Burada kast edilen, ekonominin işçiler, üretim araçları ve patronlar olmak üzere üç temel unsur tarafından belirlendiği anlayışıdır. Marx'a göre, patronlar emek vermemesine rağmen üretim araçlarına sahip olarak işçilerin emeğinden yararlanır. Bu durum, din gibi toplumsal üst yapı kurumlarının, toplumun temel ekonomik yapısının bir aynası olduğunu gösterir.
Marx, yabancılaşma kavramını, toplumdan kopukluk, tatminsizlik ve güçsüzlük duyguları olarak tanımlar. İlk eseri olan "El Yazmaları"nda, üretim araçlarının özel mülkiyete geçişiyle ortaya çıkan dengesizliklerin insan psikolojisi üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çeker. Bu durum, bireyin kendi özünden kopmasına ve yabancılaşmasına neden olur. İşçi, ürettiği ürünle özdeşleşemez ve emeğinin karşılığını alamadığı için sömürüldüğünü hisseder. Marx, bu durumu "artı değer" kavramıyla açıklar. İşçiler, işverenlere ödenen ücretin üzerinde bir değer üretirler ve bu fazlalık olan artı değer, işveren tarafından sömürülür. Bu durum, işçinin ürettiği ürüne ve dolayısıyla kendi emeğine yabancılaşmasına yol açar. Ona göre genel olarak toplumdan ayrılma, toplumsal tatminsizlik ve sosyal kurumların katılığı karşısında güçsüzlük duygusu gibi durumlar yabancılaşmayı çağrıştırmaktadır.
Marx, ilk eseri olan "El Yazmaları"nda, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerde toplanmasıyla ortaya çıkan dengesizliklerin psikolojik boyutlarına odaklanmıştır. Bu durum, bireyin kendi özünden kopmasına ve yabancılaşmasına neden olmaktadır. Yani işçi, emeğinin karşılığı olan artı değere sahip olmadığı için ürettiği ürün kendisine yabancılaşır. Marx'a göre, bir iş günü içinde işçiler, işverenlerin kendilerine ödediği ücretin karşılığında daha fazla değer üretirler. Bu fazladan üretilen değer, "artı değer" olarak adlandırılır ve işveren tarafından elde edilir. Bu durum, işçinin ürettiği ürüne ve dolayısıyla kendi emeğine yabancılaşmasına yol açar. Sömürülen işçi, bir makinenin parçası gibi hissetmeye başlar ve yaptığı iş ona bir yük gibi gelir.
Marx, bu yabancılaşmanın temel nedeninin ekonomik kaynakların eşitsiz dağılımı olduğunu savunur. Çoğunluk, azınlıkta olan zengin sınıf için çalışmak zorunda kalırken, ekonomik kaynaklar birkaç elinde toplanır. Bu durum, tarih boyunca süregelen bir üretim biçimidir. Toplumlarda, sömüren mülk sahipleri ile sömürülen çalışanlar arasında sürekli bir çatışma olduğu söylenebilir. Marx'a göre, yabancılaşma aslında dinin kaynağını teşkil eder. Yani din, hem geniş kapsamlı bir yabancılaşmanın işaretidir hem de toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştıran bir araçtır.
Yabancılaşma sürecinde, toplumdan kopmuş, ezilen ve sömürülen sınıf, teselli bulmak için dini kullanır. Din, bu sınıflara ölümden sonra sonsuz bir mutluluk vaat ederek, dünyadaki acılarına katlanmalarını kolaylaştırır. Bu sayede, insanlar yaşadıkları sıkıntıları unutur ve mevcut durumu kabullenirler. Marx, bu durumu "din, halkın afyonudur" şeklinde ifade eder. Yani din, insanların gerçek sorunlarından uzaklaşmalarına ve mevcut durumu kabullenmelerine yardımcı olur.
Marx'a göre din, ölümden sonra kurtuluş vaat ederek, sömürülenlerin çektiği ıstırapları dindirmek için bir teselli mekanizmasıdır. Bu sayede, insanlar yaşadıkları sıkıntıları unutur ve mevcut durumu kabullenirler. Marx, bu durumu "din, halkın afyonudur" şeklinde ifade eder. Yani din, insanların gerçek sorunlarından uzaklaşmalarına ve mevcut durumu kabullenmelerine yardımcı olur. Aslında Marx, dinin bastırılmış duyguların bir çıkış yolu, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz bir durumun ruhu olduğunu söyleyerek, dinin işlevini daha derinlemesine açıklar.
Marx, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın tarihsel süreçte belirleyici bir rol oynadığını savunmuştur. Ona göre, toplumlar ilkel komünizmden köleci topluma, feodalizmden kapitalizme ve nihayetinde sosyalizme doğru evrimleşirken, her aşamada farklı sınıflar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Özellikle kapitalist toplumda, üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ile emeğini satan proletarya (işçi sınıfı) arasında sürekli bir çatışma hali vardır.
Marx'a göre, insanlar kendi çıkarları için mücadele ederler. Eğer insanlar kendi çıkarları için çaba göstermiyorlarsa, bu durum mevcut sosyal sistem tarafından kandırıldıklarının bir göstergesidir. Marx, dini de bu bağlamda ele alır ve dinin insanların yarattığı bir olgu olduğunu savunur.
Emile Durkheim, sosyolojisinin temelini kolektif bilinç kavramına dayandırır. Babası onun hahamlık yapmasını istese de, Durkheim ergenlik döneminde dinden uzaklaşarak agnostik bir duruma gelmiştir. Onu sosyolojiye yönelten en önemli etken, 19. yüzyılın sonlarında Batı dünyasının yaşadığı derin ahlaki buhran olmuştur. Durkheim, "Meslek Ahlakı" ve "Toplumsal İş Bölümü" gibi önemli eserlere imza atmış ve özellikle "İntihar" adlı çalışmasıyla tanınmıştır.
Durkheim, toplumun birey üzerindeki etkilerini vurgulayan önemli bir sosyologdur ve "din sosyolojisi" terimini ilk kullanan kişidir. Ona göre dinin kaynağı toplumdur. Durkheim, dinin en saf halinin ilkel toplumlarda görülebileceği düşüncesiyle Aborijinlerin dini inançlarını incelemiş ve "Dini Hayatın İlk Şekilleri" adlı eserinde bu konuyu derinlemesine ele almıştır. Durkheim, dinin tabiatüstü, sır veya uluhiyet gibi kavramlarla açıklanamayacağını ve aslında sosyal bir olgu olduğunu savunmuştur.
Durkheim'e göre, "tabiatüstü" kavramı, duyularımızın ötesinde, anlaşılamayan ve gizemli bir alanı ifade eder. Bu alan, kutsal olarak kabul edilen her şeyi içerir. Durkheim, dünyayı kutsal ve profan (dünyevi) olmak üzere ikiye ayırır. Bu iki alan sadece birbirinden farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirine zıt ve karşıt güçler olarak görülür. Bireyin tamamen kutsal alana katılabilmesi için, profan dünyadan tamamen kopması gerektiği düşünülür.
Durkheim, dinin sadece bireysel bir inanç değil, aynı zamanda toplumsal bir bağ oluşturan bir kurum olduğunu vurgular. Kilise gibi kurumlar, dini inançları paylaşan bireyleri bir araya getirerek bir topluluk oluşturur. Durkheim, dinin en saf halinin ilkel toplumlarda görülebileceğini düşünerek, Avustralya yerlilerinin totem inançlarını incelemiştir. Totemizm kavramını kullanarak, dinin kökenlerini ve toplumsal işlevlerini açıklamaya çalışmıştır.
Totemizm, bir klan veya kabilenin kendisini belirli bir hayvan veya bitkiyle manevi olarak akraba gördüğü inancına verilen isimdir. Durkheim'e göre, kolektif bilinç ise bir topluluğun ortak duygu, düşünce ve inançlarından oluşan bir bütündür. Bu, bireysel bilinçten farklı olarak, topluluğun tüm üyelerini kapsayan ortak bir zemin oluşturur. Kollektif bilinç, bir toplumun değerlerini, normlarını ve inançlarını şekillendirir ve bireyleri bu topluma bağlar. Durkheim, temel inançlarımızın, değerlerimizin ve toplumsal hayata dair kaygılarımızın kolektif bilincin bir parçası olduğunu savunur.
Anomi kavramı ise Durkheim tarafından, hızlı sosyal değişimlerin yaşandığı dönemlerde ortaya çıkan bir durum olarak tanımlanır. Sanayileşme gibi süreçler, geleneksel değerlerin zayıflamasına ve bireylerin amaçsızlık hissetmesine neden olabilir. Bu durum, toplumda bir düzensizlik ve belirsizlik hali yaratır. Durkheim, anomi kavramını ilk kez kullanan bilim insanıdır. Kararsızlık, amaçsızlık ve boşluk gibi kavramlar, anomiyi çağrıştırır.
Durkheim'in yaşadığı dönemde, Almanya ve Fransa gibi ülkeler intihar oranlarının yüksek olduğu ülkeler olarak dikkat çekmekteydi. İntiharlar, kırsal alanlara kıyasla kentlerde daha sık görülmekteydi. Ayrıca, farklı sosyal sınıflardaki insanların intihar eğilimleri de farklılık göstermekteydi. Örneğin, serbest meslek sahipleri diğer sınıflara göre daha yüksek intihar oranlarına sahipken, tarımla uğraşanlar ise daha düşük oranlara sahipti.
Durkheim, cinsiyetler arasındaki intihar oranlarını da incelemiş ve ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Kadınların, erkeklere göre uygarlaşma sürecine daha az katıldığını ve dolayısıyla ilkel toplumlardaki kadınlara daha yakın özellikler gösterdiğini savunmuştur. Bu nedenle, kadınların intihar oranları erkeklerin dörtte biri kadardır. Durkheim, bireyin toplumsal dokuyla bütünleşme düzeyine göre üç çeşit intihar olduğunu savunur: bencil, altruistik ve anomik.
Bencil (egoistik) intihar: Bireyin toplumsal bağlarının zayıflaması, yalnızlık hissi ve toplumsal gruplardan kopukluk yaşaması sonucu ortaya çıkar. Örneğin, din, aile veya arkadaş çevresi gibi sosyal bağlarının zayıf olduğu bireylerde bu tür intihar daha sık görülür. Protestan toplumlarında bireyciliğin daha yüksek olması nedeniyle bencil intihar oranlarının da daha fazla olduğu düşünülür.
Altruistik(elcil) intihar: Bireyin toplumsal bağlarının aşırı güçlü olduğu durumlarda, kendini toplumun çıkarlarına o kadar feda eder ki, kendi yaşamına son verir. Şehitlik veya kültürel bazı ritüellerde görülen intiharlar bu kategoriye girer.
Anomik intihar: Toplumsal normların belirsizleştiği, bireyin amaçsızlaştığı ve geleceği hakkında belirsizlik yaşadığı durumlarda ortaya çıkar. Ekonomik krizler, toplumsal değişimler gibi durumlar anomik intiharı tetikleyebilir.
Aslında intihar tiplerinin nedenleri, bireyin ait olduğu toplumsal grup ve bu gruplarla bütünleşme düzeyine göre belirlenir. Mesela, bencil intiharda, organik dayanışmalı toplumlarda bireyin din, aile hatta diğer ara gruplardan soyutlanması ve giderek zayıflaması sebebiyle aşırı bireycilikten kaynaklanan bir intihar türüne vurgu yapılmaktadır. Durkheim, mesela bu kısımda evlenmeyen insanların evlilerden daha fazla intihar etmelerini bencil intihara örnek göstermekte. Çünkü bekarlar topluluklarına daha az bağlıdır, hatta evlilere göre daha az entegre olmuşlardır, der. Aynı mantık küçük aile ve büyük aile arasındaki durumda da geçerlidir. Mesela, küçük aileler büyük ailelere göre daha yüksek intihar oranına sahiptir şeklinde bir ifade kullanmaktadır.
Altruistik intihar dediğimiz ise bireyin ait olduğu toplumsal organizasyonla kendini aşırı özdeşleştirmesi sonucunda ortaya çıkan bir intihar biçimidir. Bazen grup içerisinden soyutlanmak gerekirken, aşırı derecede uyum göstermek, aşırı derecede bağlanmak da bir risk oluşturmaktadır. Bu durum, altruistik intihar olarak adlandırılan, diğergam bir intihar türüne yol açabilir. Hatta, altruistik intihar olarak da karşımıza çıkmaktadır. Mesela, I. Dünya Savaşı'nda ülkeleri için intihar etmenin şeref olduğuna inanan Kamikaze pilotları veya belirli hedeflere kitlenen canlı bombalar, Orta Asya'da aile şerefini korumak amacıyla intihar eden bazı gençler, bu türün örnekleri olarak verilebilir. Ya da Hindistan'da kocasının ölümünden sonra kendini yakan kadınlar da bu türün aslında örnekleridir. Durkheim, aşırı bireyleşmenin intiharı tetiklediği gibi, yeterince bireyleşememenin de aynı sonuçları doğurabileceğini savunur. Bu durumu anomik intihar olarak tanımlar. Büyük bir servet ya da statü kaybı yaşandığı sosyoekonomik bunalımlar veya birdenbire kavuşulan refah ortamı sonucu meydana gelen intiharlar, anomik intiharın tipik örnekleridir. Ekonomik dalgalanmalar ve ailevi parçalanmalar gibi olaylar, bireyin yaşam koşullarını ve manevi değerlerini altüst ederek, bir tür "normsuzluk" durumu yaratır. Bu da bireyde kargaşa ve nihayetinde intihar düşüncesine yol açar. Bu tür intiharlar, özellikle modern toplumlarda, iktisadi yapının bozulduğu ve ani refah dönemlerinde sıkça görülür.
Max Weber, kuşkusuz sistematik din sosyolojisinin en önemli savunucularından biri olarak kabul edilir. Weber'in en bilinen çalışması olan "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu"nda, Protestan etiğin endüstriyel kapitalizmin gelişimindeki tarihsel önemini detaylı bir şekilde analiz etmiştir. Bu çalışmasında, Protestanlığın bireyselcilik, çalışkanlık ve dünyevileşme gibi değerlerinin kapitalist sistemin doğuşunda ve gelişmesinde önemli bir rol oynadığını savunmuştur. Bunun yanı sıra, "Din Sosyolojisi Hakkındaki Makaleler" adlı eseriyle de din sosyolojisi alanına önemli katkılarda bulunmuştur. Bu eserinde, dinin toplumsal yapı, siyaset ve kültür üzerindeki etkilerini çeşitli açılardan incelemiştir.
Max Weber, niyet kavramı üzerinde durarak, bir eylemin anlamının sadece eylemin kendisinden değil, aynı zamanda eylemi gerçekleştiren kişinin niyetinden de anlaşılabileceğini savunur. Örneğin, bir Müslümanın namaz kılması sırasındaki davranışlarının anlamı, sadece dışarıdan görünen hareketlerle değil, aynı zamanda kişinin iç dünyasındaki niyetleriyle de açıklanabilir. Zira niyet ve eylem, birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılamayan iki boyuttur.
Weber, insan eylemlerini analitik açıdan dört temel tipe ayırır. İlk olarak, araçsal rasyonel eylemden bahseder. Bu tür eylemde kişi, belirli bir amaca ulaşmak için en uygun yolu seçer. Örneğin, İslam toplumlarında yağmur yağmadığı zamanlarda yağmur duası yapmak, yağmuru yağdırmak amacıyla yapılan araçsal rasyonel bir eylemdir. İkinci olarak ise değer rasyonel eylemden söz eder. Bu tür eylemde kişi, kendi değer yargılarına ve inançlarına uygun olarak hareket eder. Mesela, inançları nedeniyle alkol kullanmaktan kaçınan veya belirli şekillerde giyinen dindar insanların, mürşidin huzurunda gassalın önündeki bir meyyit gibi hareketsiz durması, bu duruma örnek olarak verilebilir. Üçüncü eylem tipi olarak ise geleneksel eylemden bahsedilir. Bu, köklü alışkanlıkların belirlendiği bir davranış biçimidir. Aslında, bu inançlar ve değerler insanların ikinci doğasını oluşturur. Yani insanlar, genellikle alışılmadık durumlara tepki gösterir ve bu davranışları kuşaktan kuşağa aktararak adete dönüştürürler. Bu eylemler, kuşaktan kuşağa aktarılarak devam eden bir eylem tipini oluşturur. Dördüncü eylem tipi olarak ise duygusal eylem karşımıza çıkar. Bu, insanların duyguları tarafından belirlenen bir eylem tipidir. Mesela, çocuğunu döven bir anne baba veya rakibine tekme atan bir futbolcu bu duruma örnek olarak verilebilir.
Weber, aynı zamanda otorite tiplerini de incelemiştir. Karizmatik otorite, geleneksel otorite ve yasal otorite gibi farklı otorite tiplerini ayırmıştır. Ancak bu kavramların ayrıntılarına burada girmeyeceğiz.
Weber, dine sadece bir olgu olarak bakmış ve kapitalist sistemde dinin oynadığı rolü de incelemiştir. Özellikle "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde, Protestan etiğin kapitalizmin gelişiminde önemli bir rol oynadığını savunmuştur.
Yorumlar
Yorum Gönder