Evrimci ve Organizmacı Teolojik Anlayışları: Spencer, Farabi, Gazali ve İbn Haldun'un Perspektifinden
Sembolik etkileşimciler adı verilen kuramcılar, benlik gelişiminde sosyal etkileşimin önemine özellikle değinirler. Onlara göre benlik, önceden verilmiş bir yapı değil, sosyal bir etkileşim sonucu ortaya çıkar. Yani dil, jest, mimik gibi anlamlı semboller aracılığıyla, karşılıklı insani ilişkiler içinde şekillenir.
Toplumsal benliğin oluşum aşamalarını inceleyen isimlerden biri Herbert Mead'dır. Bir diğer önemli isim ise Charles Horton Cooley'dir. Cooley, benlik kavramını sosyal etkileşimin bir ürünü olarak görür ve bunu, "ayna benliği" kavramıyla açıklar. Yani insanlar, başkalarının kendilerine bakışını bir ayna gibi yansıtarak benliklerini oluştururlar.
Evrimci din kuramı, evreni basitten karmaşık, farklılaşmamış olandan farklılaşmış olana doğru bir evrim süreciyle açıklamaya çalışan bir görüştür. Yani burada, Darwin'in biyolojik evrim teorisine benzer bir yaklaşımla, toplumların ve dinlerin de zaman içinde evrimleştiği düşüncesi savunulur.
Bu kuramın en önemli savunucularından biri Herbert Spencer'dır. Spencer, tek bir dini ele alarak sosyolojik çalışmalar yapmanın doğru olmadığını savunur. Bunun yerine, bütün dinleri kapsayan genel bir sosyolojik inceleme yapılması gerektiğini vurgular.
Sosyoloji kavramını ilk kullanan isim Durkheim iken, din sosyolojisi kavramını ilk kullanan kişi Max Weber'dir. Din sosyolojisini sistemleştiren ve ilk sistematik din sosyolojisi eserini yazan kişi olarak da Max Weber'i bilmemiz gerekiyor. Lukman ise "Görünmeyen Din" isimli bir eserinde, dinin resmi modeli ile bireysel dindarlık arasında bir ayrım yapar. Yani kilise yerine özel bir din geliştirmiştir. Kurumsal dine, kiliseye bağlı bir dine karşı çıkarak bireysel dini vurgular. Çünkü insanlar kiliseden koparak bireyselleşirler. Din sosyolojisinde, din ile insan arasındaki ilişkinin tek yönlü değil, karşılıklı (diyalektik) olduğu vurgulanır. Din, insanı etkilerken, insan da dini etkiler.
Bellah, sivil din teorisini ortaya atan önemli bir isimdir. Kendisi, geleneksel kiliseye bağlı bir dine değil de, toplumsal değerleri ve normları birleştiren sivil bir dine vurgu yapar. Gert ise kültür kuramından bahsederek, kültürün aslında tarih boyunca bir toplumdan diğerine aktarılan bir miras olduğunu belirtir. Yani, kültür kuramı ile bu konu yakından ilişkilidir.
İslam dünyasındaki din sosyolojisine ilk değineceğimiz isim elbette Farabi'dir. Klasik kaynaklarda kendisine Ebu Nasr olarak da hitap edilir. Bilindiği gibi, Şam'da gündüzleri bahçıvanlık yaparken, geceleri fener ışığında felsefe eserlerini okuyarak kendini geliştirmiştir. Farabi'nin düşüncelerinde Eflatun'un etkisi oldukça büyüktür.
Farabi'nin erdemli toplum ve erdemsiz toplum tiplemesini ele alabiliriz. Bu konudaki görüşlerini, özellikle "Siyasetü'l-Fazıla" (Faziletli Şehir) adlı eserinde detaylı bir şekilde bulabiliriz.
Farabi'ye göre, erdemli şehir, iyi ve mutlu bir hayatın elde edilmeye çalışıldığı bir yerdir. Burada erdemler yeşerir ve çiçek açar. Ancak, erdemsiz şehirde yaşayan insanlar, mutluluğu bedensel haz ve zevkte ararlar ve bu nedenle bedenlerinin esaretinden kurtulamazlar.
Farabi, toplumu adeta sağlıklı işleyen bir organizmaya benzetmektedir. Bu benzetmede, evrendeki en üstün varlık olan Tanrı'ya karşılık, erdemli toplumda en üstün varlık, yani yönetici bulunmaktadır. Farabi'ye göre, erdemli toplumun başkanı, tıpkı Tanrı'nın evrendeki konumu gibi, toplumun en etkin ve yetkin varlığıdır. Bu nedenle, yöneticilerin diğer tüm bireylerden daha erdemli olması gerekmektedir.
Farabi, İslam'ın eşitlikçi ve evrensel dini niteliklerini vurgulayarak, erdemli toplumda bu değerlerin hakim kılınması gerektiğini savunur. Çünkü onun düşüncesine göre, mutluluğa ancak bu tür bir toplumda ulaşmak mümkündür. Farabi, toplumun yukarıdan aşağıya doğru ıslah edilebileceğini düşünerek, yönetici sınıfına büyük önem vermiştir. Aydın ve faziletli kişilerin yöneteceği bir toplumda, tüm bireylerin de aynı niteliklere sahip olacağı düşüncesindedir.
Farabi, hükümdarın hem peygamberin yolunu izlemesi hem de hikmeti bilmesi gerektiğini vurgulayarak, dinin ve peygamberliğin toplum hayatındaki önemini de ortaya koyar. Yani Farabi, ideal bir toplumun gerçekleşebileceğine inanan bir düşünürdür.
Farabi, toplumları erdemli ve erdemsiz olmak üzere ikiye ayırır. Erdemsiz toplumu ise cahil, günahkâr, değişmiş ve bozulmuş olmak üzere dört farklı şekilde sınıflandırır. Farabi'ye göre, toplum bir organizmaya benzer. Sağlıklı bir vücut gibi işleyen bir toplum, erdemli bir toplumdur.
Gazali de, tıpkı Farabi gibi, toplumu bir canlıya benzeterek açıklar. Canlıdaki organların farklı işlevleri olduğu gibi, toplumdaki her bireyin de farklı görevleri olduğunu belirtir. Örneğin, kadıyı toplumun arzusuna, polisi ise toplumun öfkesine benzetir.
İbn Haldun ise, özellikle Mukaddime adlı eseriyle tanınan önemli bir düşünür. Mukaddime'de "ümran" kavramını ortaya atar. Ümran, inşa etmek, imar etmek, geliştirmek gibi anlamlara gelir. Yani, ümran, bir toplumun kalkınması, medeniyeti ve uygarlığıdır. İbn Haldun, bu kavramla birlikte toplumların doğuşu, yükselişi ve çöküşü gibi konuları inceler.
İbn Haldun denilince aklımıza ilk olarak asabiyet kavramı gelir. Asabiyet, sözlük anlamıyla baba tarafından olan akrabaları ifade eder. Ancak bu kavram, özellikle cahiliye döneminde, bir kişinin kendi soyundan gelenlere koşulsuz bağlılık ve destek göstermesi anlamına gelirdi. Yani, doğru veya yanlış olsun, kabilesinden olan birini her durumda savunmak anlamına gelirdi.
İslam öncesi dönemde asabiyet, daha çok ırkçı bir anlam taşıyordu. Ancak İbn Haldun'a göre, İslam ile birlikte asabiyetin içeriği dönüşmüştür. İslam'da din kardeşliği vurgusu, zalim bir kardeşe yardım etmek yerine, onun zulmünü engellemeyi emreder. Bu bakımdan, İslam öncesi asabiyet ile İslam'daki asabiyet anlayışı arasında önemli farklılıklar vardır.
İbn Haldun, asabiyet kavramını nesep asabiyeti ve sebep asabiyeti olmak üzere ikiye ayırır.
Nesep asabiyeti: Soy bağı, yani aynı atalardan gelen kişiler arasındaki dayanışma ve birlik duygusudur. Bu bağ, kan bağı üzerine kuruludur ve bireyleri her türlü fedakarlığa götürebilir.
Sebep asabiyeti: Ortak bir amaç, inanç veya çıkar gibi ortak bir sebepten dolayı bir araya gelen insanların oluşturduğu dayanışmadır. Bu dayanışma, kan bağı yerine ortak bir hedefe yönelik birlikten doğar.
Örneğin, bir kabiledeki bireyler arasındaki dayanışma genellikle nesep asabiyetine dayanırken, bir şehirdeki esnafların bir araya gelerek oluşturduğu dayanışma ise sebep asabiyetine örnek gösterilebilir.
İbn Haldun'a göre, asabiyet sadece siyasi alanda değil, dini alanda da önemli bir işleve sahiptir. Peygamberlerin tebliğ faaliyetleri, devlet kurma gibi insanlarla ilgili her alanda asabiyete ihtiyaç duyulduğunu belirtir. Hatta bu görüşünü, "Allah Teala, halkının himayesine sahip bulunmayan hiçbir peygamber göndermemiştir" hadisiyle destekler. Yani peygamberlerin de kendilerini koruyacak bir asabiyete sahip olması gerektiğini ifade eder. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Hz. Lut'un kavmi karşısında yaşadığı zorluklar, peygamberlerin kabile desteğinden mahrum kaldıklarında karşılaşabilecekleri zorlukları göstermektedir.
İbn Haldun, asabiyet kavramını dinî bağlama taşıyarak, peygamberlerin de insan olduğu ve toplum içinde yaşadığı için asabiyete ihtiyaç duyduğunu vurgular. Bu durum, dinin sadece manevi bir boyutunu değil, aynı zamanda sosyal ve siyasi bir boyutunu da olduğunu gösterir.
İbn Haldun, toplumu temel olarak bedevi ve hadari olmak üzere ikiye ayırır.
Bedevi: Genellikle çöllerde veya kırsal bölgelerde yaşayan, göçebe bir hayat süren insanları ifade eder. Çadırda veya mağaralarda yaşarlar ve temel ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanırlar.
Hadari: Şehirlerde yaşayan, yerleşik bir hayat süren insanları ifade eder. Tarım, ticaret gibi faaliyetlerle uğraşır ve daha karmaşık bir sosyal yapı içinde yaşarlar.
İbn Haldun'a göre, hadarilik, bedevilerin gelişmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bedeviler, temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçerek lüks tüketime yöneldiklerinde hadari özelliklerini kazanmaya başlarlar. Bu geçiş sürecinde, üretim, tüketim, yönetim ve yaşam tarzlarında önemli değişimler yaşanır.
İbn Haldun'un bu ayrımı, toplumların gelişim sürecindeki farklı aşamaları ve bu aşamaların getirdiği değişimleri anlamak için önemli bir kavramsal çerçeve sunar. Bedevi ve hadari arasındaki farklılıklar, sadece yaşam tarzlarını değil aynı zamanda siyasi, sosyal ve kültürel yapıları da etkilemiştir.
İbn Haldun'a göre, bedevilerin yönetim tarzı daha eşitlikçidir. Bir reisleri olsa da, bu reis diğerlerinden çok ayrıcalıklı değildir. Bedevi toplumunda merkezi bir devlet veya güçlü bir askeri teşkilat bulunmaz, önemli kararlar istişare yoluyla alınır.
Hadari toplumda ise durum farklıdır. Hadarilerin başında melik adı verilen bir hükümdar bulunur. Bu toplumda, güçlü bir devlet, ordu ve bürokrasi vardır. Hükümdarın yetkileri daha geniştir ve kanunları belirleme yetkisine sahiptir.
Ancak İbn Haldun, her iki toplum tipinin de kendine özgü avantaj ve dezavantajları olduğunu belirtir. Bedeviler, zorlu yaşam koşullarına uyum sağladıkları için daha dayanıklı ve cesurdurlar. Hadariler ise refah içinde yaşadıkları için tembelleşme eğiliminde olabilirler ve güvenliklerini devlet güçlerine bırakırlar. Bu durum, hadarilerin dış tehditlere karşı daha savunmasız olmasına neden olabilir.
İbn Haldun'un bu karşılaştırması, toplumların farklı yaşam koşulları ve siyasi yapıların nasıl şekillendiğini anlamak için önemli bir bakış açısı sunar. Bedevi ve hadari toplum tipleri, tarih boyunca birçok toplumun özelliklerini açıklamak için kullanılmıştır.
İbn Haldun, devletin ortaya çıkışını insanların saldırganlık duygusuna bağlar. İnsanların kendi haklarını korurken başkalarının haklarını ihlal etme eğiliminde olmaları, devlete olan ihtiyacı doğurmuştur. İbn Haldun'a göre, eğer insanlar kendi haklarıyla yetinip başkalarının haklarına saygı gösterseydi, devlete ihtiyaç duyulmazdı. Ancak insanın bencil doğası, otoriteye olan ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. İbn Haldun, umranın (medeniyet, toplum) ortaya çıkışı ile otorite ve devletin birbirine bağlı olduğunu savunur. Onun görüşüne göre, otorite olmazsa anarşi ve düzensizlik hakim olur ve medeniyet gelişmez. Yani, İbn Haldun için devlet, toplumun düzenli bir şekilde işleyebilmesi için zorunlu bir kurumdur.
İbn Haldun, toplumsal yapıyı incelerken tavırlar teorisi adı verilen bir yaklaşım sunar. Bu teoriye göre, her devlet belirli aşamalar geçirir. Bu aşamalar sırasıyla; zafer (fetih), mutlakiyet (yönetimde tekelleşme), refah (zirve dönemi), kanaat ve barış ve son olarak aşırılık ve çöküş şeklinde sıralanır. İbn Haldun'a göre, her devlet bu beş evreyi yaşamak zorundadır. Yani, devletler de tıpkı canlılar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bu durum, İbn Haldun'un toplumları organizmalara benzettiğini gösterir. Her devletin bir başlangıcı ve bir sonu vardır.
İbn Haldun'un bu teorisi, devletlerin tarihsel süreçteki iniş çıkışlarını ve çöküş nedenlerini anlamak için önemli bir çerçeve sunar. Bu teoriye göre, her devlet belirli bir süre sonra mutlaka çöker ve yerine yeni bir devlet gelir. Bu durum, tarih boyunca birçok medeniyetin yükselişi ve çöküşünü açıklamak için kullanılabilir.
Türkiye'deki din sosyolojisi alanında önemli çalışmalara imza atmış birçok düşünür bulunmaktadır. Bunlardan bazıları:
Ahmet Cevdet Paşa: Özellikle "Tezâkir" adlı eseriyle tanınan Paşa, din ve devlet ilişkisi üzerine önemli çalışmalar yapmıştır.
Ziya Gökalp: İbn Haldun'un "Mukaddime"sini Türkçeye çeviren ilk kişidir. Evrimci bir toplum anlayışına sahip olan Gökalp, Türk toplumunun modernleşmesi için önemli fikirler ortaya atmıştır.
Prens Sabahattin: "Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?" adlı eseriyle tanınan önemli bir düşünür ve siyaset adamıdır. Batılı medeniyetin Türkiye'ye transfer edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Bu isimler, Türkiye'de din, toplum ve siyaset ilişkisinin farklı yönlerini inceleyen önemli düşünürlerdir. Özellikle Ziya Gökalp, Türk sosyolojisinin kurucularından biri olarak kabul edilir ve düşünceleri günümüzde de hala tartışılmaktadır.
Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin'in modernleşme anlayışları arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Ahmet Cevdet Paşa ise daha çok geleneksel İslam anlayışı çerçevesinde düşünürken, diğer ikisi daha Batılı bir yaklaşım benimsemiştir.
Yorumlar
Yorum Gönder