İslam felsefesi


İslam felsefesi, hala birçok tartışmanın merkezinde yer almaktadır. Peki, bu felsefe nasıl ortaya çıkmış ve nasıl gelişmiştir?


 İslam felsefesinin ortaya çıkmasında etkili olan bazı felsefeler var ki özellikle  bunlar arasında Yunan, Hint ve İran kültürü oldukça önemli. Hermes ise en eski düşünce geleneklerinden biridir. Hermes olarak bilinen kişi, peygamber ve elçi konumunda olan bir kişi olarak ifade edilir, hatta Yunanlılar Hermesi elçi ve tanrı olarak ifade etmektedirler. İslam düşünürlerinden bir kısmı ise Hermes'in Hazreti İdris olduğunu söylemektedir. 


Antik Yunan felsefesine bakıldığında. Büyük İskender tarafından fetihler yoluyla dış ülkelere taşınmış ve Romalılar da bu kültürü korumuşlardır. Müslümanlar Yunan kültürünün özellikle üç büyük isminden etkilenmişlerdir. Bunlar Aristoteles, Platon ve Plotinus. Bunlar Thales'le başlayıp Aristoteles ile son bulan bir kültür olduğu da ifade edilmektedir. Helenistik felsefe ise bu sefer Aristoteles ile başlayıp Yeni Platonculuk'a kadar devam eden bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Helenizmin ortaya çıktığı yer olarak da İskenderiye şehrini görmekteyiz.


Helenistik Felsefe ile alakalı olarak Batı medeniyeti ile Doğu kültürünün etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir medeniyet olduğunu da ifade edebilirim. Sasani felsefesine geldiğimizde, aslında İran kültüründen, felsefesinden bahsediyoruz. Bugün özellikle Müslüman İran ile bazı İslam ülkeleri birbiriyle sınırdadır ve dolayısıyla İslam öncesi İran kültürünün yazılı ve sözlü birikimleri, Müslümanlıktan sonra da gerek İran halkının gerekse diğer Müslüman ulusların yaşayışlarını ve düşüncelerini etkilemiştir.


Özellikle Sasani felsefesi, siyaset ve siyaset ahlakı konularına temellenmiştir. Özellikle siyaset ve siyaset ahlakı konusunda çok fazla çevirinin yapıldığı bir dönemdir. Hint felsefesine bakıldığında ise,, Müslümanlık fetihleri yoluyla Hindistan halkına kadar uzandı ve bunun sonucu olarak büyük kalabalıklar Müslüman oldu. Bu sayede Hint ruhaniyeti ile İslam ruhaniyeti aslında birbiriyle kaynaştı. Hint düşüncesi üzerinde yerinde ve tutarlı bilgiler toplayan Ebu Reyhan el-Biruni'nin 'Tahkik-i Ma li'l-Hind' isimli önemli eseri bulunmaktadır. 


İslam'a tesir eden düşünce mektepleri veya okullar ve medreseler vardır. birinci medrese olarak İskenderiye Medresesi var. Aslında sıralaması, akademik kaynaklara göre Urfa, Nusaybin, Cündişa'pur, İskenderiye, Antakya ve Bağdat şeklindedir. Makedonyalı İskender'in Mısır'da kurmuş olduğu İskenderiye şehrinde, İskender'in ölümünden sonra Batlamyus'un gayret ve desteğiyle İskenderiye Medresesi kurulmuştur.  burada önemli olan isim, mektebin kurulmasında Batlamyus'tur. Bu medresede Yunan kültürünün egemenliği altında, eski Mısır mirası, Doğu dinleri ve diğer unsurlar bir araya getirilmiştir. Yunanca, burada bilim dili olarak kullanılmıştır. İskenderiye Kütüphanesi, Ömer bin Abdülaziz döneminde Antakya'ya taşınmıştır. 



Urfa ve Nusaybin medreselerine bakıldığında Urfa'daki kapanınca Nusaybin'deki açılmış ve bu medresede daha ziyade Aristoteles'in mantık, nefis ve metafizik görüşleri okutulmuş, yani eğitim dili haline gelmiştir. İranlıların çokluğundan ötürü bu okula 'Persler Okulu' ismi verildiği de ifade edilmektedir.  Daha sonraları bu medresenin yöneticiliğine getirilen Sirus, önemlidir. Nasırlılar cephe alacak ve bu mezhebin okuldan uzaklaşmasını sağlayacak. Bunu yapmak için de İmparator Zeno'dan yardım isteyecek ve bu medrese kapatılacak. Sonrasında Nusaybin Medresesi devam edecek ve bu iki okulun aslında önemli iki temsilcisi var. Bunlardan birincisi Sergius, ikincisi ise  'İranlı Paulus' olarak ifade edebileceğimiz bir isimdir.


Sonrasında Cündişapur Medresesi geliyor ki, bu medrese özellikle Sasani hükümdarı bir Şapur tarafından kurulmuş ve içerisine de Rum esirleri yerleştirerek Yunan kültürünün öğretimini tahsis ettiği bir kurum olarak göze çarpmaktadır. Nusayrvan zamanında bu şehre bir hastane yapılıyor ve bu sayede tıp ilmi de burada okutulmaya başlanıyor. Bu medrese, Abbasiler devrine kadar hizmet vermeye devam eden bir medresedir ve eğitim dili olarak Süryanice kullanılmıştır. 


Harran Mektebi ise, aslında burada Sabilik dini oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü bu Sabilik dini merkezde yer almakta ve Harran Mektebi ile alakalı olarak özellikle İslam felsefesinin Yeni Eflatuncu ve Yeni Pisagorcu düşüncelerle tanışmasında bu mektebin önemli bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz. 



Antakya Medresesi ise aslında en önemli işlevi bilimsel, tarihsel ve etimolojik açıklamalara dayanarak İskenderiye ilahiyat medresesi'nin sembolik açıklamalarına karşı koymak olmuştur. Bir özelliği de derslerin okutulduğu bir mekana sahip olmamaları, kitaplarla kendi fikirlerini yaymaları ve dini akideleri mümkün olduğunca telkin etmeleri gibi şeyleri de söyleyebiliriz. Bu medrese, Ömer bin Abdülaziz devrinde Antakya'ya taşınacak olan İskenderiye medresesinin kendisi olabileceği de ifade edilmektedir. 


Bunun dışında bir medrese daha var ki o da Bağdat Medresesi'dir. Felsefe kültürü özellikle İskenderiye, Antakya ve Urfa yoluyla Bağdat'a intikal etmişti ve birçok kişi tarafından da temsil edilmişti. Yani genel olarak Müslümanların fethettiği ülkelerde Yunan, İran ve Hint kültürü yaygındı ve bilim dili olarak da Yunanca, Farsça ve Süryanice kullanılmaktaydı. Genellikle Süryanice'nin hakim olduğunu söyleyebiliriz.


Süryanice hakim olduğundan dolayı, Süryani diline birçok kültürel eser çevrilmiştir. Daha sonra Süryanice, ağırlığını kaybederek yerini Arapçaya bırakmış, bu durum özellikle Bağdat Medresesi döneminde görülmüştür.


 İslam felsefesinin ortaya çıkmasında etkili olan isimlerden biri de Eflatun'dur. Bildiğiniz gibi Eflatun, Platon lakabıyla da bilinir. Hatta günümüzdeki üniversitelerin temeli sayılan bu Atina Akademisi'nin de kurucusu olarak kabul edilen bir isim olduğunu görmekteyiz. En önemli görüşlerinden biri ise İdealar Teorisi'dir. Bilginin açık ve seçik, şüphelerden uzak, gerçek bilgi olduğunu ifade edilir. Bir de ruhun ölümsüzlüğü ile karşılaşırız. Ruhun ölümsüzlüğü ifadesi de yine Eflatun'a ait bir düşüncedir. Yani Eflatun'a göre ruhumuz, dünyaya gelmeden önce zaten var olmuştur ve öldükten sonra da yok olmayarak varlığını sürdürecektir.


Aristoteles, Eflatun Akademisi'nde okuyan ve Büyük İskender'e hocalık yapan bir isimdir. Aristoteles'e göre, aleme şekil veren ve onu hareket ettiren bir 'ilk hareket ettirici' yani ilk kuvvet vardır ve bu, Allah'tır. Ve tabii ki olayların birbiriyle ilişkili olduğunu ve dört temel sebeple meydana geldiğini söyler. Bu dört temel sebep  dersek; maddi sebep, şekil (formal) sebep, hareket ettirici (fail) sebep ve amaç (ereksel) sebeptir.


Bir de tabii ki amaç sebebini burada ele alabiliriz. Bir detay daha var ki, akademik kaynaklar bunu da ifade ediyor: Aristoteles'in felsefesinde mantığın yeri oldukça önemlidir. Aristoteles'in mantığının çeşitli bölümleriyle Arapçaya çevrilmiş eserler vardır. Mesela, 'el-Kategoriyalar', 'Peri Hermeneias' (Yorum Üzerine), 'Analitik Önseller', 'Analitik Sonralar', 'Metafizik', 'Fizik', 'Gökyüzü Üzerine', 'Doğa Üzerine', 'Nesnelerin Oluşumu Üzerine', 'Bitkiler Üzerine', 'Hayvanlar Üzerine' gibi eserler. Aristoteles'in mantığının çeşitli bölümlerinin Arapçaya çevrildiği eserlerdir.


 'Pilotes' ismi de önemlidir. Özellikle sudur nazariyesinden etkilenen bir isimdir. sudur dediğimiz, Allah'tan taşma sonucu meydana gelen şeydir ve ruh göçü (tenasüh) inancına sahip bir isimdir. Bir diğer isim ise Porphyrios'tur. Porphyrios'un en önemli eseri olarak 'İsağuji'yi görmekteyiz ve bu eser, İshak İbn Hunayn tarafından Arapçaya çevrilmiştir. 


Şüphecilere göre aslında sabit bir bilgi yoktur, bilgi sürekli değiştiği için şüphe taşımaktadırlar. Yani duyuların insanı yanıltıcı olduğuna inanırlar. Şüpheciler önemli temsilcileri arasında İbn Mukaffa ve Ataullah önemlidir. 


Tabiiyun (natüralistler) dediğimiz ise aslında İslam dünyasının ilk deneycileri olarak bilinmektedir. Bilginin daha çok duyulara dayandığını kabul ettikleri için deney ve tümevarım metodunu kullanmışlardır. Deney ve tümevarım metotlarını kullanan tabiatçılar, bir kısmı ruhu ve Allah'ı kabul ederken, bir kısmı sadece Allah'ı kabul etmiştir. Gazali bu konuda şu değerlendirmeyi yapar: 'Bunlar daha çok tabiat alimlerini araştırmışlardır. Bu çalışmalar sırasında canlılarda Allah'ın eşsiz hikmetlerini görüp onun varlığını itiraf etmişlerdir. Aslında insan ve hayvan bedeninin özellikleriyle uğraşan kimseler, Allah'ın kemaline dair zorunlu bir bilgiye ulaşmışlardır. Onlara göre akıl bile mizaca bağlıdır. Yani mizaç bozulursa akıl da bozulur. Sonuç itibariyle nefsin bedenden başka bir şey olmadığını düşündükleri için ahireti kabul etmemişlerdir. Bunlar 'tabiun' dediğimiz kişiler, yani tabiatçı olarak da adlandırdığımız deist bir düşünceye sahip olan kişilerdir. Deistler, Tanrı'nın evreni yarattıktan sonra müdahale etmediği, yani 'emekli Tanrı' anlayışına sahip olan bir gruptur. Tabiatçılar da genel olarak deist bir yaklaşım sergilerler. Tabii ki, bu grubun temsilcileri de önemlidir. Zekeriya Razi, Cabir bin Hayyan ve Serahsi isimleri bu konuda öne çıkanlardır. 


 Zekeriya Razi’nin el Havi adlı eseri daha sonra Latince'ye çevrilecek ve 16. yüzyıla kadar tıp merkezlerinde önemli bir başvuru kaynağı olarak kabul edilir. Zekeriya Razi bazıları onu İslam dünyasının en büyük hekimi olarak kabul eder. Bununla birlikte, felsefe ile alakalı yazmış olduğu eserlerden de bahsetmek istiyorum. 'el-İbân', 'el-Felsefe', 'el-Kitab el-İlahiyyel Kebir' (kısaca el-Kebir) ve 'Fi'l-Felsefe el-Kadime' önemli eserlerdir. Bu eserler, Razi'nin felsefe alanındaki çalışmalarına ışık tutmuştur.


Razi ile alakalı, 5 Ezeli İlke'den bahsedilebilir. Aslında metafizikle alakalı olarak ele aldığı felsefesinde 5 tane Ezeli İlke üzerine bu felsefeyi temellendirmektedir. Bunlardan birincisi Allah'tır, İkincisi ruh, yani ışık olarak ifade eder. Üçüncüsü madde, yani karanlık veya heyula olarak isimlendirilir. Dördüncüsü zaman ve beşincisi mutlak mekan (boşluk) olarak kabul edilir. Bunların hepsi beş Ezeli İlke olarak da bilinir. Ancak akademik kaynaklar, bunun 'Kudem-i Hamse' olarak da adlandırılabileceğini belirtir. Yani metafizik başlığı altında bu beş ilkeyi ele alabiliriz. Tabii ki Razi'nin ahlakla alakalı görüşlerini de ele alacak olursak, daha çok Sokrates'in etkisinde kaldığını görmekteyiz.


Alemin beş Ezeli İlke'ye göre oluşumunu şöyle açıklıyor Razi: Canlı olan nefs, akılsızdır ve bu nedenle maddeye mutlak olarak meftun olmuştur. Onunla birleşerek cismani lezzetlerden nasibini alabilmek için maddeyi şekillendirmeye çalışmış ve maddenin buna direnmesi, Allah'ın nefse yardımını celp etmiş ve bu alemi yaratmasına neden olmuştur. Aynı şekilde Allah, insanı da yaratmış ve ona kendi karanlık cevherinden olan aklı vermiştir. Aklın görevi ise nefse, daha yüksek bir alemden geldiğini ve gerçek yurdu olan bu yukarı aleme felsefe öğrenerek dönebileceğini hatırlatmaktır.


Zamanla bu aşağı âlem sona erecek ve madde, aslı olan mutlak şekilsizliğe, yani saflığına tekrar dönecektir, der. Yani Razi'ye göre yaratma, maddeye şekil verme işidir ve bu alemde yaratma, bir yaratıcıyı ve bir maddeyi ezelden beri var görmeyi gerektirir. Böyleyken, o, alemin zaman içinde yaratıldığını, yani şekillendirildiğini ve ezeli olmadığını, fani olduğunu kabul etmektedir. Bununla beraber, dine bakış açısı da çok farklıdır. Razi, dinleri genel itibariyle birleştirme fikrini ileri süren bir isimdir. Yani akıl, iyi ile kötünün ve Allah hakkında bilinmesi gereken bilgilerin bilinmesi için yeterlidir, der. Akıl, dünya işlerinin düzenlenmesi için de yeterlidir; başka bir kılavuza ihtiyaç yoktur, diye ekler.


Razi, halkın irşad edilmesi için bazı kişilerin yetkili ve üstün kabul edilmesine de gerek olmadığını savunur. Yani peygamberlerin Allah'la alakalı haberlerinde birbirleriyle uyum içinde ve ittifak halinde olmalarına karşın, getirdikleri hükümlerde birbirleriyle asla uyumlu değillerdir, diyerek vahiye dayalı dinleri eleştirir. Razi, akla dayanması sebebiyle de İslam dininin üstünlüğünden bahseder. Yani Razi, peygamberlik konusunda özellikle 'tenasüh' (ruh göçü) inancına sahip olan 'Batıni' anlayışını benimser. Bu, ruhların bedenden bedene geçtiği inancına işaret eder. Görüldüğü gibi, Razi hem Batıni hem de Sabili düşüncelerden etkilenmiştir.


Kelamcılar da bu konuda önemli bir isimdir. Ruhun ölümsüzlüğü görüşüyle maddeciler genellikle uzlaşmaz bir tutum sergilemiştir. Razi ile alakalı olarak 'dehriyyun' yani maddeci dediğimiz bir grupla karşılaşırız. Maddecilik, İslam dünyasında tarih boyunca yaygın olan bir düşünce akımıdır. Maddeciler, duyularla algılanan tekil varlıkları incelemeye yoğunlaşmış ve bu araştırmalarında dört temel ilke belirlemişlerdir. Bunlar madde, şekil, fail ve amaç. Onlara göre, alemi kim yaptı, hangi şeyden yaptı, nasıl yaptı, niçin yaptı ve ne zaman yaptı gibi sorulara bu dört ilke üzerinden cevap aranmıştır.


Alemi de yaratılmamış saydıkları ve Allah'ı da kabul etmedikleri için 'muattıla' olarak da bilinirler. Maddeci düşünürlerin İslam âlimlerindeki en meşhur temsilcisi olarak İbn Râvendî'yi görürüz. İbn Râvendî, mucizeyi inkar etmiş, vahyin bildirdiği önemli konulara karşı çıkmış, Allah'ın varlığı meselesinde doyurucu akli bir cevabın olmadığını ileri sürmüş ve vahyin lüzumsuz olduğunu, mucizenin batıl olduğunu ifade etmiştir.


Yani kısacası, Allah'ı inkar etmeleri, yeniden dirilişi reddetmeleri, alemin ezeli olduğunu düşünmeleri ve tabiatı bir fail olarak kabul etmeleri gibi görüşler maddecilikte ortak noktalardır. Neleri savundukları, neleri reddettikleri önemlidir. 


Bir de tabii ki agnostiklik dediğimiz, bilinemezcilik var. Onlara göre Allah'ın varlığı bilinemez, yani Allah var da diyemeyiz, yok da diyemeyiz. Bu yüzden de bilinemezcilik ismiyle anılırlar.


İslam felsefe ekolleri içerisinde Meşşailik'te bulunmaktadır. Bu ekolün adını duyduğunuzda aklınıza 'yürüyenler' kelimesi gelebilir. Çünkü bu isim, Aristoteles'in derslerini yürüyerek anlatmasına atfen verilmiştir. Aristoteles'in derslerini yürüyerek anlatması, bu felsefe ekolüne 'Meşşailik' adını kazandırmıştır.

Aristo'nun bu öğretim yöntemi, Meşşailik ekolünü oldukça önemli kılmıştır. Bu ekole mensup Müslüman filozoflar arasında Kindî, Farabi, İbn Sina, İbn Bacce ve İbn Rüşd gibi büyük isimler yer alır.



Genel olarak bakıldığında İlk ismimiz Kindî. Ancak Kindî'ye geçmeden önce şunu belirtmek önemli: Bu filozofların varlıkların meydana gelişi hakkındaki görüşleri farklılık gösteriyor. Kindî ve İbn Rüşd yaratmayı kabul ederken, Farabi ve İbn Sina südur anlayışını benimsiyor. Kindî'ye dönecek olursak, Küfe'de doğmuştur. 'Felsefetü'l-Ula' isimli eser oldukça önemlidir. Başka bir eseri ise 'Risale fi Hududil Eşya ve'l-Usul'dür. Üçüncü eseri olarak 'Risale fil Akl' isimli eserini verebiliriz. Yine 'Risale fi Mahiyeti'n-Nev' ve 'Risale fi'l-İbane' gibi eserleri de var.


Peki felsefi görüşü nedir diye sorarsak, felsefenin en şerefli meslek olduğunu savunan bir isim olduğunu görüyoruz. Felsefeyi 'güce oranında eşyayı gerçekleriyle bilmek' olarak tanımlıyor. Ayrıca 'hakikatin sebebi olan hakkın bilinmesi' anlamına gelen ilk felsefeyi, felsefenin en yüksek basamağı olarak görüyor. Çünkü sebebin bilinmesinin, neticenin bilinmesinden daha değerli olduğunu düşünüyor.

Bununla birlikte din ile felsefeyi bir araya getirerek, her ikisinin de hakikat ilmi olduğunu söyler. Aklın bildirdiği hakikatlerin, dinin bildirdiklerine muhalif olmadığını vurguluyor. Yani felsefe ve din birbirine karşı değil, birbirini tamamlayan iki alan olarak değerlendiriliyor. Hatta felsefenin aslında Allah'ın ilmi olduğunu ve Kur'an'ın ilahi bir felsefe olduğunu savunuyor. Bu bakış açısı, felsefe ve dine dair oldukça güzel bir perspektif sunuyor.



Kindi ,felsefe ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesinde bir sakınca olmadığını, hatta herkesin öğrenmesi gerektiğini savunan bir isimdir. Hakikatin kaynağı ne olursa olsun, hakikatin kabul edilmesi gerektiğini ifade eder. Burada 'hubbul hikmet' yani 'hikmet sevgisi'nden bahsederek felsefeyi tanımlar. Bu görüşleri, İslam felsefesi içindeki Meşşailik ekolünün ilk kurucularından olması nedeniyle oldukça önemlidir. Kindî, ilk İslam filozoflarından olup, Memun ve Mutasim dönemlerinde Abbasî halifelerinden büyük destek görmüştür.


Kindi’nin âlem hakkındaki görüşü nedir diye sorarsak, Kindî'ye göre var olan her şeyin dört tane sebebi vardır. Bu dört sebep maddi şekil, fail ve gaye sebeplerinden oluşur. Hatta Kindî'ye göre âlem de iki kısma ayrılır: Ay üstü âlem ve ay altı âlem. Aydan itibaren diğer bütün göklerin ve âlemlerin sonuna kadar olan kısım ay üstü âlemdir. Bu âlemde olma ve ölme kanunları geçerli değildir. Yeryüzünden itibaren aya kadar olan kısım ise ay altı âlem olarak kabul edilir. Burada dört unsur ve bunların zıtlıkları (sıcaklık-soğukluk, kuruluk-yaşlık gibi) vardır. Ayrıca Kindî'ye göre maddi olan her şeyde beş temel özellik olması gerektiğini vurgular. Bunlar nelerdir, dersek; heyula, suret, hareket, mekan ve zamandan oluşmaktadır. Aslında Kindî'ye göre, her cisimsel varlığın yapıldığı maddeye heyula denir. Yani ilk yapıldığı madde heyula, büründüğü şekil suret, tutunduğu yer mekan, kıvamını sağlayan vasıf hareket ve bir mekandan diğerine geçişi ise zaman olarak adlandırılır. Örneğin, ateş bir surettir ve sıcaklık ile kuruluğun birleşmesinden meydana gelir, der Kindî. O halde ateş suretinin heyulası sıcaklık ve kuruluk olur. Tabii ki Allah hakkındaki görüşü ise, ilk sebep olarak Allah Teala'yı görmesidir.


Bununla birlikte ahlak felsefesine bakacak olursak, Kindî'nin insanın ahlak anlayışında üç önemli güçten bahsettiğini görürüz: Şehvet, öfke ve akıl. Cahil insanlar genellikle şehvet veya öfke güçleri tarafından yönlendirilir ve erdemli olmaktan uzak kalırlar. Kindî, iyi ahlakın temeli olarak dört büyük erdemden bahseder. Bu dört büyük erdem ise hikmet, iffet, necdet ve adalettir. Yani iyi bir insanda, iyi ahlakın olduğu insanda bu dört büyük erdemin olması gerektiğini ifade eder. Daha önce de söylediğimiz gibi, kötü ve karanlık kişilerde de şehvet, öfke ve akıl güçleri bulunur. Şimdi diğer görüşlerine baktığımızda, Kindî'nin Allah'ın varlığına inandığını ve diğer tüm İslami inanç esaslarını da benimsediğini görürüz. Her şeyi yaratan ilk sebep olarak Allah'ı görür. Peygamberliğe inanır ve hatta bu konuda bir risale yazmıştır. Ahirete ve öldükten sonra dirilmeye de inanır.


Farabi ise Türkistan'ın Farab şehri yakınlarındaki Vasic'te dünyaya gelmiştir. Kindi'nin Arap filozofu olarak adlandırıldığı gibi, Farabi de Türk filozofu olarak bilinir. Batı'da Alpharabius veya Ebu Nasr adlarıyla anılmıştır. Ayrıca, "Muallim-i Sani" yani "İkinci Öğretmen" unvanıyla da anılır.


Bununla birlikte eserlerine, özellikle önemli eserlerine baktığımızda, mesela 'El-Medinetü'l-Fâzıla' (Erdemli Şehir) ‘dır. Yani erdemli şehirlerin yönetimi anlatılıyor. Ayrıca 'Siyaset-ü'l-Medeniye'de toplumları yöneten peygamber ve filozofların özellikleri anlatılıyor.  'Kitabü'l-Cedel', 'Kitabü'n-Nücum', 'Risale fi Mahiyeti'n-Nefs' ve 'Risale fil-Akl' gibi eserleri de var. Baktığımızda en önemli eserlerinden bir tanesi de 'İhsau'l-Ulum'dur. Farabi'nin felsefesine baktığımızda, Farabi'ye göre filozoflar, bizatihi dediğimiz vacibü'l-vücudun kemal bilgisinde kemal derecesinde sahip olan kişiler olarak görülmektedir. Farabi, dini ve felsefeyi uzlaştırmaya çalışmış ve İslam'ın hikmete, düşünmeye ve akla önem verdiğini belirtmiştir.


Yani felsefe yapmanın şartı Farabi'ye göre nefsin saf olmasıdır. Farabi, südur nazariyesini benimseyerek, Tanrı'dan zorunlu olarak taşmak suretiyle belli aşamalarda varlığın meydana geldiğini ifade eder. Bilgi konusunda Farabi, bir bilginin kaynakları olarak duyuları kabul eder. Bir bebek, dünyaya geldiğinde zihni tamamen boştur ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği bilgileri hayal gücünde kullanarak düzenleyip yeni bilgilere ulaşır. Farabi, aklı ameli ve nazari olmak üzere ikiye ayırır. Ameli akıl, pratik akla; nazari akıl ise teorik akla karşılık gelir.


Farabi’nin Tanrı anlayışına baktığımızda, Tanrı'nın varlığı zorunlu ve mümkün diye ikiye ayrılmış olduğunu görürüz. Farabi burada dört unsurdan bahseder: toprak, hava, ateş ve su. Bu unsurların oluşumunda faal akıl ve feleklerin etkisi olduğunu ifade eder. Faal akıl, bu alemin oluşumunun sebebi olan akıldır, der. Felek ise hareketsiz, sabit bir şey üzerinde dairesel hareket eden bir varlıktır. Bu dört unsur, birbirlerinin etkileşimi ve hareketleri sayesinde meydana gelmiştir. Burada bize ifade etmek istediği şey, varlığın meydana geliş sürecidir. Akılların birbirinden sudur yoluyla ortaya çıktığını ve bu sürecin faal akılda sona erdiğini söyler. 


Farabi'ye göre, faal akıl maddeden bağımsız, en son akıldır. Sudur anlayışında akıllar ve felekler, en üstünden en aşağıya doğru bir akış gösterir. Ancak yeryüzünde bu durum tersinedir; burada en aşağıdan en yukarıya doğru bir yükseliş söz konusudur. Çünkü dünya üzerindeki varlıklar, maddeden hareketle oluşur. 


İnsan hakkındaki görüşüne gelirsek, Farabi insana göre beden ve nefs olmak üzere iki temel unsurdan bahseder. Nefs ise beş güce sahiptir.

Peki bu beş gücü sıralayacak olursak: Birinci güç besleyici güç (veya gādī), ikinci güç duyucu güç (veya hāsis), üçüncü güç ezberleyen veya hayal gücü (veya mütehayyile), dördüncü güç düşünen güç (veya nātıka), beşinci güç ise yararlıyı isteyen ve zararlıdan kaçınan (veya nūz'ü'l-akl) olarak görülmektedir. Yani insanın aklının en üstün yetenek olduğunu kabul etmektedir.


Bir de ahlak konusundaki görüşüne bakalım. Farabi, bedenin kemali gibi nefsin kemalinin de akıl olduğunu ifade eder. Yani insan, beden ve nefsin birleşimiyle oluşur ve insanı insan yapan şey akıldır. Farabi'ye göre, iyi ve kötüyü belirleyen de akıldır. Bilgi ise en yüksek erdemdir. Yani akıl ve bilgiye büyük önem verir. Farabi, iyiliği başka amaçlarla değil, sadece iyi olduğu için yapma isteğinin en büyük erdem ve mutluluk olduğunu söyler. Hatta dört temel erdemden bahsederek, bu erdemlerin insan tarafından taşıması gerektiğini belirtir.


dört tane erdemden bahsedilir. Bunlardan birincisi Nazari erdemdir, ikincisi Fikri erdem, üçüncüsü Hulki erdem ve dördüncüsü mesleki veya sanatsal erdemdir. Bunların en önemlisi Nazari erdemdir çünkü mutluluğa ulaştıran bilgiye aittir. Fikri erdem ise mutluluğa ulaştıran yolları belirler. Hulki erdem ise bu yolların insanın alışkanlığı haline gelmesini sağlar. Mesleki veya sanatsal erdem ise bu erdemlerin toplumda yaygınlaşmasını sağlar.


Bununla birlikte Farabi, herkesin kendi yeteneğine uygun iş yapması ve böylece toplumun bütünlüğüne katkıda bulunması gerektiğini söyler. Toplumsal iyilik, herkesin kendi görevini yerine getirmesiyle sağlanır. Eğer insanlar kendi görevlerini yerine getirmez ve kişisel çıkarlarını toplumsal iyiliğin önüne koyarsa, bu durum toplumsal kötülüğe yol açar. Farabi, özellikle liderlerin bu konuda büyük sorumluluk taşıdığını belirtir. İyi bir lider, toplumda ahlaki değerleri yükseltirken, kötü bir lider ise toplumsal ahlaksızlığa neden olur.


Bir lidere yüklenenler Sosyal ve siyasi ahlak, iyilik gibi olumlu özellikler olduğu kadar, kötü özellikler de yüklenebiliyor. Yani liderlik, hem iyi hem de kötü yönleriyle incelenebiliyor.

Farabi'nin akıl ile ilgili görüşlerine bakıldığında O, aklı kuvve halinde (potansiyel), fiil halinde (fiili), müstefad akıl (elde edilen akıl) ve faal akıl (etkin akıl) şeklinde sınıflandırıyor. Teorik aklı ise dört kısma ayırıyor.


Farabi’nin en önemli konusu ilimlerin sınıflandırılması. Farabi, "İhsa'ul Ulum" adlı eserinde ilimleri beş ana başlık altında topluyor: Dil bilimi, mantık, öğretim ilimleri (matematik gibi), tabiat bilimi ve medeni bilimler (ahlak, siyaset gibi). Medeni bilimler, aynı zamanda töre olarak da adlandırılıyor ve daha detaylı bölümlere ayrılıyor.


Farabi'ye göre peygamberlik, Allah'ın bir lütfudur. Yani Farabi, vahyin Allah'tan faal akıl yoluyla, Cebrail aracılığıyla geldiğini, bir taşma sonucu ortaya çıktığını ifade eder.

Peygamberliği ve vahyi kabul eden Farabi'nin mucizeyi reddettiğini söyleyebilir miyiz? bu mantıksız olur. Peygamberlik ve mucize, vahiy gibi birbirine bağlı kavramlardır. Birini kabul etmek, diğerlerini de kabul etmek anlamına gelir. Zira mucizeler, peygamberliğin bir ispatı olarak görülür. 


Farabi, insan topluluklarını ikiye ayırır: Yetkin (gelişmiş) ve yetkin olmayan (gelişmemiş). Gelişmiş topluluklar küçük topluluklar, şehirler, devletler ve birleşik devletler olarak sınıflandırılır. Gelişmemiş topluluklar ise aile, sokak, mahalle ve köy şeklinde isimlendirilir.


Devletleri de ikiye ayıran Farabi, bunları faziletli (erdemli) ve faziletsiz olarak tanımlar. Erdemli devlet tek bir tiptedir, ancak faziletsiz devletlerin sapık, fasık, değişken ve cahili gibi farklı türleri vardır. Bu da devletleri dört ana başlık altında toplamasına olanak sağlar. Farabi, devleti sağlıklı bir organizmaya benzetir.


Farabi gibi organizmacı bir anlayışa sahip düşünürler, devleti sağlıklı bir organizmaya benzetirler. Bu ne demektir? İnsan bedenindeki organların verimli çalışmasıyla bedenin sağlıklı olması gibi, devletin sağlıklı işleyişi de devletin başkanına bağlıdır. Tıpkı kalbin beden için olduğu gibi, devlet başkanı da devlet için hayati öneme sahiptir. Farabi'yi takip eden Sistanî, Ebu Hayyan, Miskeveyh ve İbn Heysem gibi düşünürler de benzer bir yaklaşımı benimsemişlerdir.





Yorumlar