Karl Marx'ın yabancılaşma teorisi nedir?
Karl Marx'a göre yabancılaşma nedir?
Kapitalizmde yabancılaşma nasıl oluşur?
Marx'ın yabancılaşma teorisi neleri açıklar?
İşçinin ürüne yabancılaşması ne anlama gelir? Yabancılaşmanın birey üzerindeki etkileri nelerdir?
Günlük hayatımızda, yaptığımız işten keyif almadığımız, ürettiğimiz şeylerin bizim için bir anlam ifade etmediği veya diğer insanlarla derin bağlar kuramadığımız durumlarla sık sık karşılaşıyoruz. Peki, bu durum sadece bize özgü bir sorun mu, yoksa daha köklü nedenleri var mı? Karl Marx'ın yabancılaşma kavramı, bu sorulara cevap arayan önemli bir felsefi bakış açısı sunuyor. Marx'a göre, kapitalist sistem, insanları kendi doğalarından, yeteneklerinden ve ürettikleri şeylerden kopararak onları sadece birer üretim aracı haline getiriyor. Bu yazıda, Marx'ın yabancılaşma teorisi üzerinden günümüz dünyasındaki yabancılaşma sorunlarını inceleyecek ve bu durumun birey ve toplum üzerindeki etkilerini tartışacağız.
Diyalektik sosyolojinin kurucusu Karl Marx, alt yapı ve üst yapı arasındaki ilişkilere vurgu yapmıştır. Burada kast edilen, ekonominin işçiler, üretim araçları ve patronlar olmak üzere üç temel unsur tarafından belirlendiği anlayışıdır. Marx'a göre, patronlar emek vermemesine rağmen üretim araçlarına sahip olarak işçilerin emeğinden yararlanır. Bu durum, din gibi toplumsal üst yapı kurumlarının, toplumun temel ekonomik yapısının bir aynası olduğunu gösterir.
Marx, yabancılaşma kavramını, toplumdan kopukluk, tatminsizlik ve güçsüzlük duyguları olarak tanımlar. İlk eseri olan "El Yazmaları"nda, üretim araçlarının özel mülkiyete geçişiyle ortaya çıkan dengesizliklerin insan psikolojisi üzerindeki olumsuz etkilerine dikkat çeker. Bu durum, bireyin kendi özünden kopmasına ve yabancılaşmasına neden olur. İşçi, ürettiği ürünle özdeşleşemez ve emeğinin karşılığını alamadığı için sömürüldüğünü hisseder. Marx, bu durumu "artı değer" kavramıyla açıklar. İşçiler, işverenlere ödenen ücretin üzerinde bir değer üretirler ve bu fazlalık olan artı değer, işveren tarafından sömürülür. Bu durum, işçinin ürettiği ürüne ve dolayısıyla kendi emeğine yabancılaşmasına yol açar. Ona göre genel olarak toplumdan ayrılma, toplumsal tatminsizlik ve sosyal kurumların katılığı karşısında güçsüzlük duygusu gibi durumlar yabancılaşmayı çağrıştırmaktadır.
Marx, ilk eseri olan "El Yazmaları"nda, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerde toplanmasıyla ortaya çıkan dengesizliklerin psikolojik boyutlarına odaklanmıştır. Bu durum, bireyin kendi özünden kopmasına ve yabancılaşmasına neden olmaktadır. Yani işçi, emeğinin karşılığı olan artı değere sahip olmadığı için ürettiği ürün kendisine yabancılaşır. Marx'a göre, bir iş günü içinde işçiler, işverenlerin kendilerine ödediği ücretin karşılığında daha fazla değer üretirler. Bu fazladan üretilen değer, "artı değer" olarak adlandırılır ve işveren tarafından elde edilir. Bu durum, işçinin ürettiği ürüne ve dolayısıyla kendi emeğine yabancılaşmasına yol açar. Sömürülen işçi, bir makinenin parçası gibi hissetmeye başlar ve yaptığı iş ona bir yük gibi gelir.
Marx, bu yabancılaşmanın temel nedeninin ekonomik kaynakların eşitsiz dağılımı olduğunu savunur. Çoğunluk, azınlıkta olan zengin sınıf için çalışmak zorunda kalırken, ekonomik kaynaklar birkaç elinde toplanır. Bu durum, tarih boyunca süregelen bir üretim biçimidir. Toplumlarda, sömüren mülk sahipleri ile sömürülen çalışanlar arasında sürekli bir çatışma olduğu söylenebilir. Marx'a göre, yabancılaşma aslında dinin kaynağını teşkil eder. Yani din, hem geniş kapsamlı bir yabancılaşmanın işaretidir hem de toplumsal eşitsizlikleri meşrulaştıran bir araçtır.
Yabancılaşma sürecinde, toplumdan kopmuş, ezilen ve sömürülen sınıf, teselli bulmak için dini kullanır. Din, bu sınıflara ölümden sonra sonsuz bir mutluluk vaat ederek, dünyadaki acılarına katlanmalarını kolaylaştırır. Bu sayede, insanlar yaşadıkları sıkıntıları unutur ve mevcut durumu kabullenirler. Marx, bu durumu "din, halkın afyonudur" şeklinde ifade eder. Yani din, insanların gerçek sorunlarından uzaklaşmalarına ve mevcut durumu kabullenmelerine yardımcı olur.
Marx'a göre din, ölümden sonra kurtuluş vaat ederek, sömürülenlerin çektiği ıstırapları dindirmek için bir teselli mekanizmasıdır. Bu sayede, insanlar yaşadıkları sıkıntıları unutur ve mevcut durumu kabullenirler. Marx, bu durumu "din, halkın afyonudur" şeklinde ifade eder. Yani din, insanların gerçek sorunlarından uzaklaşmalarına ve mevcut durumu kabullenmelerine yardımcı olur. Aslında Marx, dinin bastırılmış duyguların bir çıkış yolu, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz bir durumun ruhu olduğunu söyleyerek, dinin işlevini daha derinlemesine açıklar.
Marx, toplumsal sınıflar arasındaki çatışmanın tarihsel süreçte belirleyici bir rol oynadığını savunmuştur. Ona göre, toplumlar ilkel komünizmden köleci topluma, feodalizmden kapitalizme ve nihayetinde sosyalizme doğru evrimleşirken, her aşamada farklı sınıflar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Özellikle kapitalist toplumda, üretim araçlarına sahip olan burjuvazi ile emeğini satan proletarya (işçi sınıfı) arasında sürekli bir çatışma hali vardır.
Marx'a göre, insanlar kendi çıkarları için mücadele ederler. Eğer insanlar kendi çıkarları için çaba göstermiyorlarsa, bu durum mevcut sosyal sistem tarafından kandırıldıklarının bir göstergesidir. Marx, dini de bu bağlamda ele alır ve dinin insanların yarattığı bir olgu olduğunu savunur.
Yorumlar
Yorum Gönder