Tanrının varlığına dair deliller, Tanrı anlayışları nelerdir?



 Din felsefesi, felsefenin din olgusunu ele alan bir dalıdır. Temelinde dinin ne olduğunu, Tanrı'nın varlığını, evrenin yaratılışını, insanın anlamını ve ölümden sonraki yaşamı gibi konuları inceler. Din felsefesinin kökenleri antik Yunan'a kadar uzanmaktadır. Ancak, modern anlamda din felsefesi, Aydınlanma Çağı ile birlikte gelişmeye başlamıştır.


Kant ve Hegel'in Katkıları

Immanuel Kant, "Din İçinde Akıl Sınırları" adlı eseriyle din ve ahlak arasındaki ilişkiyi akılcı bir şekilde ele almıştır. Kant'a göre, din, ahlaki ilkelerin temelini oluşturur. Ancak, dinin dogmaları akıl yoluyla kanıtlanamaz.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel ise din felsefesini tarihsel bir perspektifte ele almıştır. Hegel'e göre, din, insan bilincinin bir aşamasıdır. Din, Tanrı ile insan arasındaki ilişkiyi ve insanın kendi özünü anlamasını sağlar.


Türkiye'de Din Felsefesi


Türkiye'de din felsefesi, İslam düşüncesi ve Batı felsefesinin etkileşimiyle gelişmiştir. Memduh Süleyman ve Eşrefzade Mehmet Şevket, Türkiye'de din felsefesinin öncü isimlerindendir. Özellikle Memduh Süleyman'ın çalışmaları, Batı felsefesini İslam düşüncesiyle birleştirme çabalarıyla dikkat çeker.

1975 yılında Din Felsefesi dersinin ilahiyat fakültelerinde okutulmaya başlanmasıyla, bu alanda önemli adımlar atılmıştır. Mehmet Aydın, bu dersi ilk veren hocalardan biridir.


Politeizm ve henoteizm, çok tanrıcılığı ifade eden kavramlardır. Ancak bu iki kavram arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Politeizmde, birçok tanrıya inanılır ve her birine ayrı ayrı tapınılır. Henoteizmde ise yine birçok tanrıya inanılırken, bu tanrılardan biri diğerlerinden daha üstün kabul edilir. Bu nedenle henoteizm, "prensipte monoteizm, uygulamada politeizm" olarak da tanımlanabilir.

Bu iki kavramın temsilcilerini bilmek, dinleri daha iyi anlamak açısından önemlidir. Henoteizm kavramı, Max Müller tarafından ortaya atılmıştır ve bir tanrıya bağlılık gösterirken diğer tanrıların varlığını da kabul etmeyi ifade eder.


Monoteizm dediğimiz kavram tek tanrıcılığı ifade eder. Panteizm ve panenteizm ise bu konuyla yakından ilişkili diğer kavramlardır. Şimdi bu kavramlar üzerine biraz konuşalım. Panteizm denildiğinde ilk akla gelen isim, hatta en önemli temsilcisi olarak Spinoza'yı unutmamalıyız. Panteizm teriminin ilk defa 1705 yılında İrlanda asıllı İngiliz düşünür Toland tarafından kullanıldığı bilinir. Bu felsefenin en dikkat çekici savunucuları arasında Bruno, Spinoza ve Hegel gibi önemli isimler yer alır.


Panteizm, Tanrı ve evrenin birliğini savunan köklü bir felsefi görüştür. Spinoza'nın "Ethica" adlı eseri, bu düşünce sisteminin en önemli ve etkili açıklamalarından biri olarak kabul edilir. Spinoza'ya göre Tanrı, her şeyin özü ve varoluşunun temelidir. Evren ise Tanrı'nın bir ifadesi, tezahürüdür. Bu nedenle, Tanrı ve evren ayrı şeyler değildir, tek bir bütündür.

Bu panteistik bakış açısı, İtalyan filozof Bruno'nun evrenin sonsuzluğu ve Tanrı'nın her yerde hazır bulunduğu fikriyle de örtüşmektedir. Bruno, evrenin sınırlarının olmadığını ve Tanrı'nın her şeyde mevcut olduğunu savunmuştur. Bu düşünceler, panteizmin temelini oluşturur ve Tanrı'nın aşkın bir varlık olmadığını, evrenin içinde ve her şeyle bütünleşik olduğunu vurgular.


Hegel'in felsefesi de panteizmle önemli paralellikler gösterir. Hegel, Alman idealist felsefenin önde gelen temsilcilerinden biri olarak, evrenin ve Tanrı'nın birlik içinde olduğunu savunmuştur. Ona göre, Tanrı, evrenin ve tarihin diyalektik sürecinde kendini gerçekleştirir. Bu süreçte, Tanrı ve evren sürekli bir etkileşim ve gelişim içindedir.


Panteizm, Tanrı ve âlem ikiliğini ortadan kaldırarak, Tanrı'nın her şeyi içerdiğini ve her şeyin Tanrı'nın bir parçası olduğunu ileri sürer. Bu görüşe göre, ne doğa ne de insan ayrı varlıklar olarak ele alınabilir. Her şey, ilahi varlığın farklı görünümleri, farklı tezahürleri olarak değerlendirilir. Bu yaklaşım, evrende her şeyin birbiriyle bağlantılı ve bütünleşik olduğunu vurgular.


Sonuç olarak, panteizm, Spinoza, Bruno ve Hegel gibi önemli filozoflar tarafından farklı şekillerde ifade edilmiş ve geliştirilmiş köklü bir felsefi düşünce sistemidir. Tanrı ve evrenin birliği, her şeyin Tanrı'nın bir parçası olduğu ve evrenin ilahi varlığın bir tezahürü olduğu temel ilkeleri, panteizmin özünü oluşturur. Bu felsefi yaklaşım, evrene ve varoluşa farklı bir bakış açısı sunar ve her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu fikrini vurgular.


Panteizm, Tanrı ile evrenin özdeş olduğu, her şeyin Tanrı'nın bir parçası olduğu ve Tanrı'nın her şeyde mevcut olduğu felsefi bir görüştür. Bu anlayışa göre, Tanrı aşkın bir varlık değil, evrenin kendisidir. Evrende var olan her şey, canlı ya da cansız, Tanrı'nın bir tezahürüdür.


Panteizmde Tanrı, evrenin yaratıcısı ve hakimi olarak değil, evrenin özü ve temel ilkesi olarak kabul edilir. Bu nedenle panteizm, Tanrı'yı antropomorfik (insana benzer) özelliklerle tanımlayan teistik dinlerden ayrılır. Panteizmde Tanrı, kişisel bir varlık değil, her şeyde kendini gösteren evrensel bir güçtür.


Panteizmin temelinde, evrenin birliği ve bütünlüğü fikri yatar. Her şey, birbiriyle bağlantılı ve birbirine bağımlıdır. Bu bağlantı ve bağımlılık, Tanrı'nın evrende içkin olmasının bir sonucudur. Panteizm, evrene ve doğaya saygıyı ön plana çıkarır. Çünkü evren, Tanrı'nın bir yansımasıdır ve değerlidir.


Panteizm, 'Her şey Tanrı'dır' veya 'Tanrı her şeydir' ilkesini savunan bir görüştür. Bu anlayışa göre alem ve Tanrı aynı şeydir. Hinduizm'in çeşitli yorumlarında ve diğer Doğu dinlerinde de rastlanan bu kavram, Batı'da da yaygınlaşmıştır. Panteistler, Tanrı'yı yaratıcı bir varlık olarak görmezler. Bu nedenle panteizm, ateizmle karıştırılsa da ondan farklıdır. 'Her şey Tanrı'dadır' düşüncesini savunan görüş ise panenteizm olarak adlandırılır.


Panteizm ve Panenteizm Üzerine Bir Bakış

Panteizmde, evrendeki her şeyin kutsal olduğuna ve tüm nesnelerin ilahi bir öz taşıdığına inanılır. Bu görüşe göre Tanrı, her şeyde eşit derecede mevcuttur. Panenteizm ise Tanrı'yı mutlak ve sonsuz olarak kabul eder. Her şey Tanrı'dan kaynaklanır ve O'nun varlığı olmadan hiçbir şey var olamaz veya algılanamaz. Yani, panenteizm, Tanrı'nın her şeyde içkin olduğu ancak her şeyin Tanrı olmadığı görüşünü savunur. Bu nedenle, panenteizm, deizm ve panteizm arasındaki aşırılıklara bir orta yol olarak görülebilir.

Panenteizme göre, Tanrı alemin her yerinde bulunur ve alemle aktif bir bağı vardır. Tanrı alemde içkindir, alem Tanrı'dadır ancak Tanrı alem değildir. Bu anlayışı "Tanrı hem içkin hem de aşkındır" ifadesiyle özetleyebiliriz. Panteizmde sadece Tanrı'nın içkin olduğu vurgulanırken, panenteizm hem içkinlik hem de aşkınlık kavramlarını içerir.

Panenteizme göre Tanrı, hem değişmeyen, mutlak ve sonsuz bir varlıktır hem de değişen, göreli ve sınırlı olan dünyayı içerir ve yönetir. Yani Tanrı, hem evrenin içinde hem de dışındadır.


Önemli teologlardan biri, Tanrı'nın zulümden kaçıp özgürlüğe sığınan ve mutluluk için mücadele eden herkesin yanında bir dost gibi olduğunu savunur. Ona göre Tanrı, acıları anlayan ve paylaşan en büyük yoldaştır. Tanrı, zorlayıcı değil, ikna edici bir güç, adeta bir ruhtur. Bu teologun uluhiyet anlayışı, çift kutuplu bir Tanrı anlayışını ifade eder. Ona göre her fiil, çift kutupludur.

Çift kutupluluk, soyut-somut, mutlak-izafi, varlık-oluş, zorunlu-mümkün, ezeli-zamansal veya sürekli-değişen gibi zıtlıklarla ifade edilir. Bu zıtlıklar çelişkili değil, birbirini tamamlayan kavramlardır.


Deizmde ise "emekli bir Tanrı" anlayışından söz ederiz. Yani varlığı akılla bilinen ancak evrene müdahale etmeyen bir Tanrı anlayışı vardır. Deizm, teizmden farklı olarak Tanrı'nın içkinliğini ve hayattaki otoritesini reddeder. Vahiy, peygamberlik, mucize gibi değerler bir kenara bırakılmıştır. Ateist "Tanrı yoktur" derken, deist "Tanrı vardır" der ancak deizm katı bir akılcılığa dayanır. Dinin esrarengiz yönünü ve vahyi reddederler. Aleme müdahale etmeyen bir Tanrı anlayışıyla mucize ve ahiret hayatına da yer vermezler. Dini hayata imkan vermezler. Tanrıları, ibadet edilen bir Tanrı değildir.


Deizmde Tanrı, teizmde olduğu gibi ilim, irade, kudret ve merhamet gibi sıfatlara sahip bir varlık olarak tasavvur edilmez. Deizmin Tanrısı, doğal dine ve aklın rehberliğine dayanan bir inanç anlayışını benimser. Vahiy yoluyla gönderilen kutsal kitaplara ve doğaüstü olaylara dayanan dinlere ise kesinlikle inanmaz. Voltaire ve Thomas Paine gibi filozoflar, deist düşüncenin önemli temsilcileridir.

Mutlakçı monizm ise panteizm ve onun bir çeşidi olarak karşımıza çıkar. Bu felsefi yaklaşım, Tanrı'nın evrende çokluğa rağmen gerçekte tek olduğunu savunur. Yani, Tanrı'nın varlığı, evrenin çeşitliliğinde kendini gösterse de, özünde birlik ve bütünlük taşır.

Tanrı'nın varlığının kanıtlarından biri olarak kabul edilen ontolojik kanıt, ilk olarak Anselm tarafından öne sürülmüştür. Anselm'e göre, bir kişi Tanrı kavramını anladığında, bu kavramın Tanrı'nın var olmadığını düşünmekle çelişkiye düşer. Çünkü Tanrı, kendisinden daha büyük bir şeyin düşünülemeyeceği bir varlık olarak tanımlanır.


Anselm'in akıl yürütmesi, Gilbert Ryle tarafından "Kayıp Ada" benzetmesiyle eleştirilir. Ryle, bu durumu bir örnekle çürütmeye çalışır: İnsanların bildiği tüm adalardan daha zengin ve güzel bir ada kavramı açıktır. Ancak, Anselm'in mantığıyla, böyle bir adanın tanım gereği sadece zihinde değil, gerçekte de var olması gerektiği iddia edilebilir. Ryle'a göre bu, bilinen tüm adalardan daha mükemmel bir adanın sadece zihinde olup gerçekte olmaması durumunda bir çelişki yaratır. Çünkü gerçekte var olan bir ada, zihinsel bir tasarımdan daha mükemmel olacaktır. Ancak böyle bir adanın gerçekte var olduğunu söylemek, Ryle'a göre ancak bir şaka olabilir.


Descartes da bu konuda benzer bir görüşe sahiptir. Nasıl ki "üç açının toplamı iki dik açıya eşittir" bir üçgenin doğasından ayrılamazsa veya "dağ" fikri "vadi" fikrinden ayrı düşünülemezse, Tanrı fikri de bazı özelliklerden ayrı düşünülemez. Descartes'a göre, Tanrı'nın var olmadığını düşünmek, vadinin dağdan ayrılabileceğini düşünmekle aynıdır. Yani, Tanrı'nın mükemmel bir varlık olması nedeniyle, O'nun yokluğunu düşünmek mümkün değildir. Zihnimizde Tanrı varsa, bu durum O'nun zihnimizin dışında da var olduğu anlamına gelir.

Bu görüş, günümüz din felsefesinde de Alvin Plantinga tarafından savunulmaktadır. Plantinga, Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik argümanları yeniden formüle etmek ve bu argümanların çeşitli eleştirilere rağmen hala geçerli olduğunu savunur.



Kozmolojik delile geldiğimizde, bu da tabii ki alem delili ya da Evren bilim olarak da karşımıza çıkabilir. Alemin varlığından hareketle aslında ulaşılan bir delildir. ilk çağ felsefesinde Eflatun, Aristoteles gibi filozoflar tarafından savunulan bir delil olduğunu söyleyebilirim.Daha sonraları geliştirilmiş, tabii ki hatta Farabi, İbn Sina, Gazali hatta diğer Müslüman kelamcılar, Musa bin Meymun gibi yeni çağda özellikle Leibniz tarafından savunulduğu görülüyor. 


Leibniz'e göre bu delil aslında temelde alemin varlığı için bir yeter neden arayışını ifade etmekte. Yani der ki: "Alemin yokluğu düşünülebilecek, yani yokluğunu düşünmek bir çelişkiye neden olmadığı için, neden yok değil de var olduğu ya da neden öyle değil de böyle olduğu yine yanıtlanması gereken bir sorudur." ve Leibniz bunu şöyle bir örnekle açıklar. Der ki mesela, "Geometrinin Unsurları" kitabının ezeli olduğunu ve elimizdeki nüshanın da bir önceki nüshadan, onun da bir öncesinden, mesela oluştuğunu varsayalım. Yani sonsuza doğru gidecek şekilde kopyalandığını varsayalım. Böyle bir durumda, ne kadar geriye gidersek gidelim, bu kitabın neden var olduğuna dair tam bir neden, yani yeterli bir nedene varılmış olmayacaktır. Hatta teselsül kavramını ya da devr kavramını burada da ifade edebiliriz; silsileden bahsediyoruz. Aynı şekilde, alemin ezeli olduğunu farz etsek bile, geriye dönük bir nedenler zinciri bize hiçbir zaman onun neden var olduğuna ilişkin tam bir açıklama sağlamayacaktır. Bu yüzden de alemin neden var olduğuna dair bir nihai neden, alemin dışında bulunmalıdır ki bu neden de tabii ki Allahü Teala, yani Tanrı olacaktır, derler.


Kozmolojik delil kendi içinde iki kısma ayrılır: imkân delili ve hüdûs delili.. ontolojik delil dediğimiz Tanrı'dan evrene, kozmolojik delil dediğimizde ise evrenden Tanrı'ya giden bir kavram olduğunu bilelim.

İmkân delili neydi? çevremize baktığımız zaman, varlıkları mümkün olan birçok şey görürüz. Yani varlık alanında mümkün olan şey ya kendi kendisinin sebebi yahut onu var kılan başka sebepler vardır, der. Eğer o kendi kendisinin sebebi olsaydı, var olmada kendisi yine kendisinden önce olacaktı ki bu tabii ki saçma olacaktır. O halde, der, varlığı mümkün olan şey var olmak için başka bir şeye, yani başka bir sebebe ihtiyaç gösterir. Herhangi bir mümkün şeye sebep olan varlık ya bizatihi mümkündür ya da o zorunlu bir varlıktır, ifadesini kullanır.


Eğer ki sebep olan varlık da mümkünse, onun da başka sebeplerle var olmasına ihtiyacı olur ki bu zincir sonsuza dek sürüp gider. Yani yine teselsül kavramından bahsediyoruz. Bakın ama tabii ki teselsül denilen bu sürüp gitme mümkün değildir. O halde, der, varlık veren sebebin zorunlu bir varlık olması gerekmektedir; yani vacibü'l-vücûd dediğimiz, varlığı zorunlu olan bir varlıktan bahsediyoruz. O da Tanrı'dır ifadesini kullanıyoruz. Yani mümkün varlıkta, imkân delilinden, mümkün, zorunlu, teselsül gibi kelimeler bu delilin ana temellerini oluşturmaktadır ve Farabi ile İbn Sina tarafından da etkin şekilde kullanılmıştır.


Hudüs delili ise bir Hadis, muhdis kavramlarından hareketle bilinir. Fahrettin Razi'ye göre, Kur'an'da Hz. İbrahim'in Allah'ı arayışını konu edinen ifadeler, hatta En'am Suresi 76. ayette geçer. Aslında bu ayette gösterilen yolla, hüdüs ânında her hadisin hüdûs bulması için bir sebebe ihtiyacı vardır, der ve âlem hadistir der. O halde onun da hüdûsünün bir sebebi olması lazım. O da Tanrı'dır, der. Yani her yaratılanın bir yaratıcısı vardır, o da Allah'tır.



Teleolojik delile baktığımızda bu kavram  aslında gaye, nizam delili ya da tasarım, inayet gibi kavramlarla da anılan bir delildir. Öncelikle teleolojik delil kendi içerisinde gaye, nizam, inayet, ihtira olarak da bilinir. teleolojik delilde dünya, canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi için gerekli olan bir düzen ve gayeyle Tanrı tarafından tasarlanmıştır ve dünyada gözle görülebilir bir düzenlilik ve amaçsallık bulunduğunu, bunun da ancak Tanrı’nın yaratmasıyla gerçekleşmiş olabileceği öngörmektedir.


Bu delil, yani âlemdeki düzen ve gayenin her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, mutlak iyilik sahibi Tanrı tarafından yaratılmış olduğuna delalet ettiği düşüncesinin önde gelen savunucularından biri İbn Rüşd'tür. Ona göre evrene baktığımızda, Güneş ve gezegenlerden mevsimlerin oluşumuna, gece ile gündüzün ortaya çıkışından yağmurun, suyun, rüzgârın varlığına kadar, yani her şeyin başta insanlar olmak üzere dünyadaki değişik türden birçok canlıyı ihtiyaçlarını karşılayacak ve yaşamlarını sürdürebilecekleri şekilde bir araya getirildiğini görmekteyiz, der. Ve bu bir tesadüf değildir, der. Şans eseri de zaten ortaya çıkmış olamaz. Ancak belli bir iradeyle, yani Allah tarafından yaratılmış olabilir.


Hatta iki temel ilke vardır bu delilde, Birincisi diyoruz ki, evrenin bütün unsurlarıyla, insanın varlığıyla oradaki bütün varlıkların varlığına uygun olduğu. İkincisi ise bütün unsurlarıyla bir fiil uygun bulunan her şey birdir, derler ve tek bir amaca yönelmiştir, derler. Zorunlu olarak bunlar yaratılmıştır ve doğal olarak da bu ilkeden evrenin yaratılmış olduğu ve bir yaratıcısının olduğu sonucu ortaya çıkmıştır, der. Hatta Paley'e göre âlem, der, basittir yani tek biçimlidir ve parçaları belli bir amaç için düzenlenmiş bir saat gibi olduğunu söyler. 


Nasıl ki bir saatin parçaları belli bir hareketin oluşması için, bu hareket de zamanı düzenli bir şekilde ölçmek için tasarlanmışsa, âlemde de böyle bir düzen ve gaye vardır. Ve nasıl ki saatin yapısı ve işlevi bir yapımcıya ihtiyaç duyuyorsa, âlemde gözlenen bu düzen ve gaye de aynı şekilde bir tasarımcıya ihtiyaç duymaktadır, der.


Evrenin gözle görülür bir düzeni olduğu aşikardır. Bu düzenin varlığı, bazılarına göre Tanrı'nın varlığına işaret eder. Bu görüşe göre, evrendeki her şeyin bir amacı ve bir yaratıcısı vardır.


İnayet ve ihtira delilleri, genellikle İbn Rüşt'ün eserlerinde incelenir. İnayet delili, evrendeki her şeyin insanın ihtiyaçlarına göre yaratıldığını savunurken, ihtira delili canlıların yaratılışındaki amaç ve işlevleri inceler.


Ahlak delili denildiğinde akla ilk gelen filozoflardan biri Kant'tır. Kant, insanın sahip olduğu ahlak duygusunun kaynağını Tanrı'nın varlığıyla ilişkilendirir.


Kant'a göre, alemde iyi niyet dışında kayıtsız şartsız iyi olarak adlandırılabilecek başka bir şey yoktur. İyi niyet, mutluluğa layık olmanın ve dolayısıyla ahlakın da vazgeçilmez konusudur. Kant için en yüksek iyinin gerçekleşmesi, ahlak yasasıyla belirlenmiş iradenin zorunlu nesnesidir. Ancak Kant, ahlak yasasının bu idealine bu dünyadaki hiçbir insanın ulaşamayacağını belirtir. En yüksek ahlakın gerçekleşmesi, Kant'a göre, Tanrı'nın varlığıyla mümkündür. Aksi takdirde en yüksek iyinin gerçekleşmesi sadece bir ideal olarak kalacak ve böylece ahlakın kutsallığı yitirilecektir. Bu nedenle Kant'a göre, Tanrı'nın varlığı ahlak için zorunludur.


Kant'a göre, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve ahlaki mükemmelliğe sahip bir iradenin (yani Tanrı'nın) varlığı sayesinde, ilahi iradenin eşliğinde en yüksek iyinin gerçekleşmesi kesinlikle bu şekilde umabilir. 


dini tecrübe delili ise, bu delil diğer delillerden farklı olarak, kişinin Tanrı'nın varlığından doğrudan haberdar olabileceğini ve bunun da onun varlığına inanmak için güçlü bir neden teşkil ettiğini düşüncesine dayanmaktadır. Hatta kişinin tabiatın güzellikleri ya da evrenin ihtişamı karşısında Tanrı'yı düşünmesi gibi bir çıkarımsal örnekten söz edilir.


Kant'a göre, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve ahlaki mükemmelliğe sahip bir iradenin (yani Tanrı'nın) varlığı sayesinde, ilahi iradenin eşliğinde en yüksek iyinin gerçekleşmesi kesinlikle bu şekilde umabilir, der. dini tecrübe delili ise, bu delil diğer delillerden farklı olarak, kişinin Tanrı'nın varlığından doğrudan haberdar olabileceğini ve bunun da onun varlığına inanmak için güçlü bir neden teşkil ettiğini düşüncesine dayanmaktadır. Hatta kişinin tabiatın güzellikleri ya da evrenin ihtişamı karşısında Tanrı'yı düşünmesi gibi bir çıkarımsal örnekten söz edilir.











Yorumlar